Etiketler

28 Ocak 2014 Salı

UNUTMADIK SENİ


Arkadaşımla bir gün sonraki bütünleme sınavlarımıza çalışıyorduk. Tam bir sessizlik vardı odada. İkimizde konsantre olmuş vaziyette defterimizdeki notlara çalışıyorduk.

Birden içeriden bir çığlık duymamızla birlikte irkildik. Hemen masadan fırlayarak oturma odasına koştuk. İçeri girdiğimizde annemin koltuğa yığılmış bir vaziyette ağladığını gördük. Babamsa ayakta öylece duruyordu. Ağzı sımsıkı kapalıydı, gözlerini televizyona dikmişti.

Biz de televizyona baktığımızda ilk dikkatimi çeken bir apartmanın ön yüzündeki rastgele serpiştirilmiş gibi duran kırmızı lekeler oldu. Daha dikkatli baktığımda ise binanın bazı yerlerinde kırmızı renkte bir şeylerin sallandığını fark ettim. İşte o an alt yazıyı okumamla irkildim. “Gazeteci-yazar Uğur Mumcu evinin önünde arabasına yerleştirilen bombanın patlaması sonucu hayatını kaybetti.” Böyle bir şeydi yazılı olan. İnanamadım okuduklarıma. Bir insan her ne olursa olsun, nasıl bu şekilde bir ölümü hak edebilirdi ki? Babamın da bir koltuğa çöküp sessiz sessiz ağladığını fark ettim. Arkadaşımla birbirimize baktık ve odadan çıktık.

Ders notlarımızın bulunduğu salondaki masaya gittik. Birbirimize hiçbir şey söylemeden kitapları, defterleri, notları topladık. Çantalarımıza yerleştirdik.

Yine birbirimize bir şey söylemeden giyindik. Ayakkabılarımızı giydik ve kapıyı çekip çıktık.

Ben cebimden çıkardığım sigarayı yaktım. Arkadaşım ise sesli sesli ağlamaya başlamıştı. Ben de birkaç nefes çektikten sonra kendimi koyverdim. Sessizce ağlıyordum.

24 Ocak 1993 tarihi bu ülkenin aydın, demokrat, Atatürkçü insanları için unutulmayacak bir tarihtir.

Yine bir 24 Ocak günü aramızdan katledilerek alınan Gaffar Okan’ı da saygıyla anıyorum.


ÇETİN TAŞ

27 Ocak 2014 Pazartesi

KIRIK TAŞLAR


“Palimpsest dedi, Yeniden kullanılan parşömenlere verilen isimdir. Var olan ilk metin çeşitli yöntemlerle silinir ve yerine yenisi yazılır. Bu uygulama çoğunlukla değerli bir tüketim malzemesi olan parşömenin yeniden kullanımını amaçlamakla birlikte kimi zaman asıl metnin gizlenmesine yöneliktir.”
Dan Brown’ın Da Vinci Şifresi adlı romanı edebiyatta sanatsal anlamda yeni bir çığır açmamış olsa da, yeni bir akım başlattığı kuşkusuz. Da Vinci Şifresi’nin başarısı başka yazarları da ezoterik kurgu alanına yöneltti. Elbette bunların çoğu çok satanlar listesinde pek fazla kalamadı, bazıları ise bu listelere hiç giremediler. Gerçi Dan Brown’ın diğer romanları dikkatli okuyucuyu Da Vinci Şifresi kadar kendine çekemedi. Kalıplaşmış bir kurgu, önceden tahmin edilemezliği tahmin edilir hale getiren açmazlar ve bu açmazların her seferinde mucize kabilinden çözülmesi, bir grup okuru hızla yazardan ve romanlarından uzaklaştırdı. Bu durum her ne kadar endüstriyel edebiyatın kaçınılmaz sonu olsa da, özellikle J. K. Rowling, Stephen King gibi bazı “endüstriyel” yazarlar bu işi çok daha düzgün şekilde becerebiliyor. Kırık Taşlar, Da Vinci Şifresi’nin açtığı yoldan devam eden romanlardan biri.

Fantastik edebiyat ülkemizde çok uzun zamandır hor görülmüş, geri planda kalmış bir alan. Kırık Taşlar bu boşluğu dolduran, en azından doldurmaya çalışan bir kitap. Anadolu uygarlığının, dolayısı ile de mitolojinin ve ezoterizmin doğduğu yer. Bakmasını bilenlere gösterebileceği çok sırları var. Roman Dioscorides’in Materia Medica’sının ve Mithraizmin etrafında dönüyor. Kahramanlarımız iki arkeolog, Serra Demirci ve erkek arkadaşı Serhat Ünal, Ege Üniversitesi’nde akademisyenler. Kahramanlarımızı Dioscorides’e bağlayan uzun ve ince bir ipin ucundan tutup Akdeniz havzasını bir köşeden diğerine, ama en çok da Türkiye’de vakit harcayarak turluyoruz 387 sayfa boyunca. Kurgu açısından ele alındığında roman oldukça tutarlı. Elbette, tutarlı sözcüğünü fantezi çerçevesinde ele almak koşuluyla.

Kırık Taşlar Dr. Cihat Levent’in ilk romanı. Kitapta belirtilmemiş olsa da, Adana doğumlu olan Cihat Levent halen dahiliye uzmanı olarak Turgutlu Devlet Hastanesi’nde görev yapıyor. Son söz olarak, roman çok fazla şeyler vaat etmemesine rağmen oldukça hoş vakitler geçirmenizi sağlıyor. Televizyon veya bilgisayardan uzakta, keyifli birkaç saat geçirmek isteyen ve ezoterik fanteziden hoşlananlara öneriyorum.

Ferit DERLER

23 Ocak 2014 Perşembe

YA AMELİYATLI YERİME GELSEYDİ


“Gün o gün, dürülmesin bayraklar/ Dinleyin duyduğunuz çakalların ulumasıdır/ Safları sıklaştırın çocuklar/ Bu kavga faşizme karşı/ Bu kavga özgürlük kavgasıdır”

27 Mayıs günü şehrin son kalan 3-5 ağacının da sökülmesini engellemek isteyen bir avuç gencin öldüresiye dövülmesiyle başlayan Gezi Olayları hiç şüphesiz ki modern dünyanın en önemli halk hareketlerinden biriydi. Bir aydan biraz uzun bir süre boyunca halk, hem de her kesimiyle, hem de asla yan yana gelmeyeceğini düşündüğümüz kesimleriyle, Taksim Gezi Parkı ve çevresinde bir ütopya yarattılar. Yaşanan şiddet ve kaybedilen canlar içimizi yaksa da, toplumsal açıdan önemli kazanımlarımız oldu. Öncelikle daha önce birbirlerini yolda görse boğazlayacak olan gruplar temelde aynı kültürel kaynaklardan beslendiklerini, gerçekte pek de farklı insanlar olmadıklarını gördüler. Olayların devamında mahallelerde forumlar kuruldu, forumlarda insanlar bilgi birikimlerini paylaştılar. Yıllardır hasretini çektiğimiz tartışma kültürü belki de ilk filizlerini vermeye başladı. Bütün bunların yanı sıra, kısa sloganlara sığdırılan müthiş bir mizah türedi. Gezi olayları, akademik anlamda üzerinde yıllarca konuşulması ve araştırılması gereken inanılmaz bir toplumsal deney olarak literatürdeki yerini alırken, Gezi temalı onlarca kitap da yayınlandı. Yayınlanan ilk kitaplar hızlıca bir araya getirilmiş belgesel nitelikli çalışmalardı. Fakat zaman ilerledikçe daha derli toplu, analiz ve araştırmaya dayalı eserler de raflarda yerlerini almaya başladı. Kemal Gökhan Gürses’in “Ya Ameliyatlı Yerime Gelseydi” başlıklı çizgi-kitabı her iki gruba da girmiyor. Zaten kitabın açılışındaki kısa yazıda Gürses bu durumu özetlemiş. Hikaye Gezi Parkı’nın etrafında dolanıyor, ama içine hiç girmiyor. Her ne kadar arka kapak Gezi olaylarının simgesi haline gelmiş karelerle süslenmiş olsa da kitap Gezi olayları ile ilgili değil. Aslında Gezi ile ilgili olan kısım sadece kitabın başlangıç kısmındaki 3-5 sayfalık metinden ibaret. Metnin içinde bazı doğru analizler olsa da, rahatsız edici bazı detaylar da yok değil. Özellikle Kemal Gökhan Gürses’in “Mustafa Kemal’in Askerleri” sloganı üzerine yazıp çizdikleri biraz düşündürücü. Yazık ki, Gürses de çoğu kişi gibi meseleyi yanlış tarafından ele alıyor. Gürses ve onun kuşağındakilerin adına Kemalizm dedikleri nesnenin ne Mustafa Kemal ile ne de askerleri ile ilgisi yok. 80’ler boyunca topluma Kemalizm adıyla dayatılan şey, bugün gayet iyi bildiğimiz gibi, CIA laboratuarlarında pişirilmiş, Kenan Evren ve saz arkadaşları tarafından dayak zoruyla servis edilmiş ve ana ekseni toplumsal ayrıştırma ve cehalet üzerine kurulmuş sakat bir sistemdir. Bu sisteme mutlaka bir ad verilmesi gerekirse, olsa olsa Kenanizm adı verilebilir. Bu sistemin yavruları da olsa olsa Mustafa Kenan’ın Askerleri olabilir. Diğer yandan, Mustafa Kemal’in Askerleri adı tarihsel bir addır ve Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcında vatanları için ölmeyi göze almış halk çocuklarına bizzat halk tarafından verilmiştir. Kemal’in Askerleri savaştan önce köylü, çiftçi, rençper, ameleydiler, halktılar, Anadoluydular. Bıçak kemiğe dayandığında çelik birer süngüye dönüştüler. Savaştan sonra köylü, çiftçi, rençper, amele oldular, Anadolu oldular. Bu nedenle, Mustafa Kemal’in Askerleri’ne tepki duyanlara engelleyemediğim bir karşı tepki doğuyor içimde. Kitapla ilgili bir başka eleştirim ise şudur: Gürses önsözde Hollywood tarzı ticari işlerden hoşlanmadığını, bu nedenle de böyle bir projeye soğuk durduğunu belirtmiş. Ancak Gezi ile ilgili olmayan bir kitabı Gezi motifleri ile süsleyerek pazara sunmak tam da hoşlanmadığını ifade ettiği Hollywood tarzı olmuş. Özetle Ya Ameliyatlı Yerime Gelseydi Gezi Parkı Olayları ile ilgili olmayan, toplumsal meselelerden uzak, sırf vakit geçirmek için kurgulanmış bir çizgi kitap olarak çıkıyor karşımıza. Kemal Gökhan Gürses’in açılış yazısı ile önsözü çizgi hikayeden daha dikkat çekici. 12 TL etiket fiyatına sahip kitap Postacı Yayınevi’nin Çizgi Roman dizisinin de ilk kitabı.

FERİT DERLER

22 Ocak 2014 Çarşamba

ÇİN İLE İLGİLİ İZLENİMLERİM - 2



En meşhur meydan PEOPLE'S SQUARE ya da PEOPLE'S AVENUE diye biliniyor yani HALK MEYDANI. Bizim Taksim Meydanı'nı düşünün ve İstiklal Caddesi'ni, biraz daha küçüğü. Her milletten insan bu caddede mağazalara bakıyor, yürüyor, restoranlara ve cafe-barlara girip çıkıyor.

Bu sırada Çinli kızlar yanınıza gelip sizinle genelde kötü İngilizce ile ama bazen de iyi İngilizce ile bodoslama tanışıyorlar. Batılılara karşı inanılmaz bir hayranlık var özellikle gençlerde (Umarım bu durum ileride başlarına sorun açmaz).

Türkiye'den İstanbul'dan THY uçağı ile 11 saatte gelip, yaklaşık 13 saatte İstanbul'a dönmek mümkün.

Havaalanında ilk hoşuma giden ve takdir ettiğim şey tüm pasaport polislerinin önünde, ziyaretçi tarafında PLEASE VOTE MY SERVICE şeklinde bir ifadenin yazılı olduğu ve üzerinde de 4 butonun olduğu alet var. En baştaki gülen yüz, 2incisi sabit bakan surat, 3üncüsü üzgün, 4üncüsü kızgın suratlar (sanırım böyleydi 3 aşağı, 5 yukarı).

Havaalanı şehir merkezine uzak. Benim gibi ilk kez gelenlere taksi öneririm ama mutlaka ellerinde önceden hazırladığınız gideceğiniz otelin Çince adını, adresini içeren A4 çıktısı bulundurun. Hiçbir şoför kesinlikle tek kelime İngilizce bilmiyor. Ayrıca otelinizin telefon numarasını mutlaka yanınıza alın. Havaalnında 1 Dolar yaklaşık 5,47 YÜEN (RMB'de diyorlar)'den bozuluyor. Ancak gerçekte 5,92. Dolayısıyla havaalanında 100 Dolar bozdurmanız yeterli. Ancak şehirde de bir gün içinde bankadan (döviz büfesi yok Şanghay'da ve diğer Çin şehirlerinde de böyleymiş, bankalar bozuyor) en fazla 500 Dolar bozduruyorsunuz. Çünkü sisteme pasaport bilgilerinizi giriyorlar ve başka bir bankadan gün içerisinde daha fazla para bozmanızı engelliyorlar. Ayrıca Meridyen Otel'de ATM'den Dolar bozdurduk gecenin 11'inde. Bilmeyenler için bu bilgi de önemli çünkü otellerin çoğu Dolar bozmuyor. Hemen hemen hiç kimse Dolar kabul etmiyor. Büyük oteller de sadece kendi misafirlerinin dövizlerini bozuyorlar. Meridyen Otel bilgisi gerçekten önemli. Not edin. People's Square'de her yerden görülebilir Meridyen Otel.
Çinlilerin hepsinin İngilizce isimleri var. "Neden?" diye sorduğumda net bir cevap alamadım ama isimlerinin yabancılar tarafından doğru telaffuz edilemediği bilgisinin altında yatan bir kompleks sezinledim. Ayrıca tüm yabancılara da kendi alfabelerine göre isim seçiyorlar. Bana SI-TING dediler. Bu olayın biraz üzerinde duracağım çünkü Çin'de STAR BUCKS tabelasına sık rastlıyorsunuz ama sıradan Çinli'ye "STAR BUCKS nerede?" dediğinizde size yardım edemezler. Ama "Where is ŞIN BAK?" dediğinizde gösterirler, çünkü Çin'de MC DONALD's, STAR BUCKS, PIZZA HUT gibi uluslar arası restoran ve cafe zincirlerinin Çin yazı karakterlerine göre isimleri biliniyor. Çin'de yasal zorunluluk gereği tüm bu saydığım markalar Çin içerisinde firma kurmak ve o firmanın ismini de faturada Çin karakterleri ile yazdırmak zorunda. Çin alfabe karakterleri de bu isimlerin hemen hiç biri ile bire bir örtüşmediği için en yakın karakterlerle böyle ifade ediyorlar.

Alfabe demişken...7000 karakterden oluşan, kimi zaman harf, kimi zaman kelime olabilen; ilk okulun 6 sene olmasının nedeni olan bir alfabe. Ortaokul ve lise 3'er sene. Yani 19 yaşında mezun oluyor 7 yaşında ilkokula başlayan ortalama bir Çinli.

Bizim Uygur Türkleri burada şiş kebap benzeri yemekleri dükkanlarda veya çokça sokakta el arabalarında yapıp satıyorlar.

Pasifik Okyanusu'nun kenarında olduğu için deniz havasını şehrin her yerinden hissedebiliyorsunuz. Geceleri soğuk. Salı günü indiğimde 5 dereceydi. Gün içinde 11-12 dereceleri buldu ancak geceleri 5-6 derece civarlarında.
Ben Çin yemeğini zaten öteden beri sevmezdim. Bir de buraya gelip bizzat Çin yemeğinden başka alternatif bulamayınca kaç gündür TSIGTAO isimli biraları ile (valla iyi ki varmış bu bira) çeşit çeşit soslarla muamele görmüş et, sebze, vs.den yemeye çalışıyorum. Yine de buradaki acentam sağ olsun, beni elinden geldiği kadar memnun etmeye çalıştı.
Facebook, Youtube, Yahoo, Hotmail hep yasak. Elbette buralara girmenin yolunu burada da işi bilen biliyor ama hükümetin tavrı bu.

Karışık oldu ama özet bu.

Şanghay’a gidecek olanlara şimdiden iyi eğlenceler diliyorum.

ÇETİN TAŞ

21 Ocak 2014 Salı

OLGULARI KEŞFETMEK VE FARKINA VARMAK


Olguları keşfetmek ve farkına varmak elbette bir süreçtir. (Başlığın soyut olduğunun farkındayım ama biraz sabreder misiniz?) Bir tespit yaptığınızda bunun değişiminin ve akışkanlığının farkında olacaksınız. Bu değişimin getirdiği etkiler ve olası sonuçlara göre de pozisyon alacaksınız.

Örneğin yarın maça gideceksiniz, mali durumunuz açık tribüne izin veriyor. Bilet buldunuz ama ya daha önce gittiyseniz ya da arkadaşınız tavsiye ettiği için rüzgarın yönüne göre yer seçeceksiniz (Olimpiyat stadına gidenler daha iyi anlayacak).

Ayrıca, diğer bir fayda da yaptığımız tespitin yeterliliğini sınamak, sonrakilerde doğruluğunu artırabilmek, tartıya çıkarak eksikliklerimizi görmektir. Aksi durumda, nehre düşmüş, yüzen bir yapraktan farkınız olmayacaktır. Erozyon toprakları nehirler vasıtasıyla taşıyacak, siz de sadece seyredeceksiniz. Hala ne ulan bu dediğinizi düşünüyorum.

Hayat seçenek ve fırsatlarla doludur. Elbette bu inancınıza göre önceden bellidir. Ama bilmiyor olmanız değiştiremeyeceğiniz anlamına gelmez. Araştırma ve karşılaştırma en önemli beyin faaliyetlerindendir ki, yavaşça, belki de sinsice bir şekilde önyargılarınız oluşur ve oturur, sonuçta sizin için zahmetsizçe çalışmaya başlar. İşte bu en önemli yanılgıdır. Bunu kabul ettiğinizde ya da farkında olmadan kabullendiğinizde yenilgiyi de kabul etmiş olursunuz. Hayat akıyor ve beyniniz aleyhinize çalışıyor. Ne kötü değil mi?

Pek popüler beyin çalışma algoritmasına girmeden diyeceğim ki gördüklerimize değil doğal olan akışa ve değişime odaklanalım. Bunun ne kadar güç olduğunu bilmekle birlikte parçası olalım. Örnek değişim için http://www.change.org ve http://en.rsf.org/ sınır tanımayan gazeteciler siteleri verilebilir.

Gazeteciliğin neden KAMU görevi olduğunu idrak edelim. Yansızlık neden önemli ve medya yozlaşması ne getiriyor? Bunu da aynı yöntemle ifade edebilelim.

Bağırma, bastırma, susturma, tanımama ne demekmiş görebilelim. Çare şu bu değil “biziz”, ama kirli suya temiz bakış açısıyla değil “temiz su katarak” çözmeliyiz. Çözümün parçası, farkında olmak ve etkenleşmektir. Bu tüm yapılarda böyle olmuştur. Bizde de olmuştur, olacaktır da. Bu nedenle, İslam toplumlarında biat, yani düşünmeden uyuşmak çok yaygın ve şarttır.

Sorgulama ise bizatihi demokrasinin kendisidir. Örneğin, benim vergilerim nereye gidiyor, neden 5 adet ultra lüks uçak devlet büyükleri için alınıyor? Diyebiliriz ki kişilerle toplumun menfaat çatışmasının galibi, toplum olmalıdır. Ama bilinçlenme ile işe başlanmalı, kabullenmeme ile devam etmeli ve şeffaflığa ulaşabilmelidir. Mesafe uzun, biraz da çok idealize değil mi? Hatırlar mısınız Demirel, darbe sonrası ortamın getirdiklerini de ortaya koyacak şekilde karakollar şeffaf olacak demişti 1990 yıllarının başında. 20 yıl sonra görünen ise ülkenin toplu karakol olduğu, toplumun susturulmaya çalışıldığı, kitle hareketliliğinin “sen kim oluyorsunlarla” bastırılmaya çalışılması.

Bir de şunu sormak lazım biz bu lümpenliği hakettik mi? Menfaatimize bu kadar mı düşkünüz? Nasıl oldu da öyle ya da böyle bir eğitim sistemi varken, bu sonuca bireyler için ulaşabildik. Bu ayrı bir yazının konusu olmakla birlikte, 80’lerin apolitik altyapısı bunu yarattı diyebiliriz. TV’ye bakan ama okumayan, kendine okunan gençlik bu durumu oluşturdu. Neyi kurguladınız, ne oldu? Aydınlık güçlerin, solun anlaşmazlığı ve sağ cephe bu ortamı daha da verimli kıldı. Ama unutmayalım Özal döneminin renkli TV ve altyapı yatırımları ile öğünürken esas temel olan insan envanterini es geçtik. Tıpkı 17 bin km. bölünmüş yol ile bölünmüş ülke yaratıp, oradan geçen araçların Türk Malı olmadığına içerlemek gibi. Eğitime, bilime ne yatırdın ki özgün Türk Malı araç bekliyorsun? Daha da beklersin. Ancak yapacağın yolu trafiğe kapatıp Kayseri’den Ankara’ya 200 küsur süratle düğüne yetişmek olur.

Evet es geçtiğimiz envanterin durumuna ve devamına bakınca umut azalıyor. Ama nasıl bir insanı sevmekle ya da her insanı sevmekle başlayacak isek –aynı ilkokul öğretmeninin sümüğü akan çocuğa yardımcı olması gibi- biz de tespitle başlıyoruz geleceği yaratırken.

Son söz : Farkında olun her ne ise, farklılıkların, değişimin, eğilimlerin. Doğru ya da yanlış slogancılıktan çıkın özgün ve daha önemlisi kişisel tespit yapın. Sonuçta bireysiniz, en az yaşamın kendisi kadar düşünme hakkınız var! Ve kullanın.

Ayhan Öztürk

20 Ocak 2014 Pazartesi

İBRAHİM AMCA'NIN SÖYLEDİKLERİ


Sigarasından derin bir nefes çekti. Dudağının kenarından bıraktı dumanı.

- Menderes zamanını da gördüm. O da baskı yapardı ama yine de demokrasi vardı. Gazeteciler, yazarlar böyle işlerinden olmazlardı. Demokrasi vardı yani o zaman. İnsanlar şimdi yazdıkları yazılar yüzünden işlerinden oluyorlar. Yazık değil mi? İnsanların ekmek parası ile oynanır mı?

Sigarasından bir nefes daha çekti. Gözleri karanlıkta bir yere dikildi. Belli ki o günler gözünün önünde canlanmıştı.

Devam etti.

- Demirel miting yapardı. O konuşurken protesto etmek için ellerinde kartonlara bir şeyler yazanlar olurdu. Pankart, pankart işte. Kaldırırlardı Demirel’in kürsüye doğru. Demirel uzaktan bakardı ve: “Gördüm, gördüm, tamam, gördüm, indir.” derdi. Kimseye “yakalayın” demezdi.

Gözlüğünün üzerinden bana dikti gözlerini.

- Böyle şimdiki gibi ayakkabı kutusu salladı diye insanlar soruşturmaya uğramazlardı.

Tekrar karanlığa dikti gözlerini. Sigarasından uzun bir nefes çekti.

85 yaşındaydı İbrahim amca. Trabzon’da doğmuştu. 1949 yılında eğitim için çıkmıştı Trabzon’dan. Çıkış o çıkış. Eczacı olmuştu. Uzun yıllar çalıştıktan sonra emekli olmuştu.

- Atatürk’ü de gördüm. İnönü’yü de gördüm. Büyük insanlardı. İnönü lisede geldi bizim sınıfa. En öne oturdu. 10 dakika dersimizi dinledi. Sonra “Allaha ısmarladık çocuklar, derslerinize iyi çalışın, ülkenize ve milletinize faydalı şahıslar olun” dedi ve gitti. İnönü büyük adamdı. 2. Dünya Savaşı’nda Churchill’i, Roosevelt’i, Stalin’i idare etmişti. Savaşın dışında tutmuştu Türkiye’yi. Sonra Atatürk zamanında da. Efendim, Atatürk Cumhurbaşkanı iken neden yurtdışına gitmemiş. Gerek yoktu ki? Herkes onun ayağına geliyordu. Her devlet için onun sözünün , görüşünün anlamı vardı.

Hüzünlenmişti. Tekrar sigarasından bir nefes çekti ve yine öyle az önceki noktaya dikti gözlerini karanlıkta. Bir sürelik sessizliğin ardından yeniden başladı konuşmaya.

- Ama halk layık. Böyle yönetilmeye halk layık. Kendisi için iyi olanı halk anlamıyor. Geriye gidiyor.

Sigarasından bu sefer öncekilerden daha da derin bir nefes çekti.

Kafasını öne arkaya bir kaç kez salladı.

Göz göze geldik. Gülümsedi.

ÇETİN TAŞ

19 Ocak 2014 Pazar

ÇİN İLE İLGİLİ İZLENİMLERİM - 1


Türkiye'den 6 saat ileride.

40'tan fazla ülkeyi defalarca görmüş birisi olarak, hiç görmediğim, ÇİN'in Şanghay gibi adını çok duyduğum bir şehrine gelmek açıkçası beni çok heyecanlandırıyordu taa ilk ziyaret planını yaptığım andan beri. Burası inanılmaz bir şehir. Lüksün ne demek olduğunu ne Paris, ne Londra, ne de Avrupa ya da dünyanın başka bir yerinde gördüğüm hiç bir şehir açıklayamaz. New York'u görmedim, o nedenle orası ile ilgili bir şey yazamam ama kesinlikle onbinlerce gökdelen (abartmadım), birbirinden lüks restaurantlar, mağazalar, dükkanlar, alış veriş merkezleri, arabalar...
Seyahatim sırasında bir gün, Şanghay'ın 2 saat dışında bir fabrikayı ziyaret ettik. Yolda giderken bir ara bize kamera şakası yapıyorlar sandım. Şöyle ki; sağımızdan ve solumuzdan BMW, Mercedes 300 SEL ve diğer Mercedes son model araçlar, Buick, Jaguar, Maserati, Porsche, Passat (en kötüsü Passat'tı, düşünün) ve daha neler...

32 kilometrelik (muhtemelen yanlış söylüyorum ama) KOY DA ÇİO köprüsü (dünyanın en uzun köprüsü) üzerinden gidip gelirken çok çeşitli şeyler düşünüyor insan.
Genel bilgi vereyim biraz.

Nüfus pek çoğumuzun bildiği gibi 1,5 milyarın üzerinde. Çok yeni olarak hükümet tek çocuk zorunluluğu yasasını 2 çocuğa izin vererek değiştirmiş. 2'den fazla çocuk sahibi olanın aylık gelirinden ciddi bir para kesiliyormuş devlet tarafından. Daha önce tek çocuktan fazla çocuk sahibi olanlara uygulanıyormuş bu yasak.

Ülkenin % 15 kadarı gerçekten de İsviçre standartlarında yaşıyormuş anlatılanlara göre. Kalan % 85'in durumu ile ilgili çeşitli farklı görüşler dinledim. Ama herkesin söylediği son 20 sene içerisinde ve özellikle şu son 10 sene içerisinde komünist partinin KARMA EKONOMİK MODELİ ülke genelinden destek alıyor. İnşaat işçisinin aylık ortalama geliri 1000 Dolar. Başka bir şey demeye gerek yok sanırım.

Devlet insanların özel mülk, gayrı menkul edinmesine kısmen izin vermiş. 80 ile 99 yıl arası değişen süreler için geçerli oluyor ev, arazi, bağ, bahçe, arsa tapuları. Bunun en büyük nedeni çocukların ve özellikle torunların çalışmadan yan gelip yatmasını engellemek.

Şanghay 20 milyon nüfuslu daire şeklinde planlanmış bir şehir (İstanbul gibi enine ve boyuna gelişen bir şehir değil), sınırları var şehrin.

Çinliler gerçekten her şeyi yiyorlar. Atasözleri şu şekilde, "Havadaki uçak ve yerdeki masa hariç her şeyi yeriz."

İnternette yaygın olarak gezen Çinlilerin kürtajla alınmış bebekleri yediği iddiası yalan. Ancak Çinlilerin ve özellikle zengin Çinlilerin favori yemeği plasenta. Henüz doğmuş bebeğin plasentasını ve hem de doğum gerçekleştikten birkaç saat sonra en lüks lokantalarda plasenta severlere servis ediyorlar çok büyük ücretler karşılığında.
Domuz en çok tüketilen yiyecek. Bunun yanı sıra fare, böcek, aklınıza gelebilecek her türlü etli, butlu canlıyı afiyetle yiyorlar.

Şanghay'ın alışveriş merkezleri saat akşam 10'a kadar açık ve hep dolu. Gençler batı kültürüne tıpkı Japon gençleri gibi aşırı derecede kaptırmışlar kendilerini. Giyim ve kuşamları bunu net şekilde gösteriyor. Yalnız en büyük eksiklik İngilizce bilen, hakkı ile İngilizce konuşan çok az. Bunun yanı sıra (ırkçılık ile ilgisi yok) gerçekten de birey olarak baktığınızda genel olarak çok zeki insanlar değiller. Ama takım çalışmasına alıştırılmışlar. Takım olarak herkes görevini yapınca ortaya güzel şeyler çıkarıyorlar. Yoksa bizdeki pratik zeka, aynı anda birkaç sorunu halletmeye çalışma diye bir şey yok. Bir çok örnekten birini, kendi yaşadığım olayı yazayım. İngilizce bilenler bilmeyenlere anlatır.
Check in yapıyorum otelde ve resepsiyondaki genç ile diyalog aynen şöyle.

-Sir, so you will stay for 3 nights.

-Yes, I will stay until Friday.

-It doesn't matter sir, you will stay 3 nights.

-(dur bakayım ne olacak diye ısrar ettim).Yes, I will stay until Friday.

-It doesn't matter sir, you will stay 3 nights.

Kıssadan hisse.

Devam edecek...

ÇETİN TAŞ

16 Ocak 2014 Perşembe

KİŞİSEL VERİLERİN GÜVENLİĞİ


Kurumlar ile olan resmi ilişkilerimizde başta TC kimlik numarası olmak üzere bir çok kişisel bilgimizi veriyoruz. Bu bilgiler bilgisayar ortamında saklanıyor. Ne zaman, hangi doktora muayene olduk, hangi teşhis kondu, hangi ilaçları aldık gibi sağlık bilgileri, telefon görüşmelerimiz, kısa mesajlarımız gibi bilgiler kayıt altında tutuluyor. Kişisel bilgilerin korunması ve kötü amaçlı kullanımının engellenmesi tamamıyla kayıtları tutan kurumların sorumluluğundadır. 

Ancak 27 Kasım 2013 tarihinde Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurumu tarafından özeti yayınlanan rapordan* anladığımız kadarıyla bu verilerin güvenliği konusunda ciddi zaafiyet bulunmaktadır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
  • Kimlik fotokopileri : Aksi yönde genelge bulunmasına rağmen kimliklerin fotokopileri kurumlarca isteniyor. Bu fotokopilerin güvenliği yeterince sağlanmadığı için kötü amaçlı kişilerce yeni telefon hattı açmak, kredi kartı almak vb. amaçlarla kullanılıyor.
  • TC kimlik numarasının kullandırılması: Ana omurga olan TC kimlik numarası Nüfüs ve Vatandaşlık İşleri tarafından diğer kurumlara kullandırılıyor. Ancak kimlik numarası veritabanına erişim sağlayan diğer kurumların aldığı verilerin güvenliğini nasıl sağladığına yönelik yeterli bir kontrol bulunmuyor.
  • Farkındalık: Sistemleri kullanan ve verilere erişimi bulunan personel, kişisel bilgilerin güvenliği konusunda yeterince bilgi sahibi değil.
  • Verilerin tekrarlanması: Aynı veriler farklı kurumlarda farklı biçimlerde saklanıyor. Bu da veri güvenliğini zayıflatıyor.
  • Fiziksel güvenlik önlemleri: Verilerin saklandığı bilgisayar ortamlarının fiziksel güvenliği yeterince sağlanmıyor. Bilgi işlem odasının kapısı otoparka açılan kurum var.
  • Yazılımsal güvenlik: İnternet üzerinden erişimin yeterince güvenli olmadığı durumlarda siber saldırılar ile veriler elde edilebiliyor.
  • Taşeron personel çalıştırılması: Kurumlarda kullanılan yazılımların satın alındığı firma personeli yeterince güvenlik soruşturması yapılmadan çalıştırılıyor ve sistemlere kontrolsüz eriştiriliyor.
  • Veri taşınması : Kurumlar arasında veriler çeşitli ortamlarda (CD, DVD, USB disk vb.) kontrolsüz bir şekilde taşınıyor. Taşıma sonrası ortamların imha edilip edilmediği belli değil.
  • İş sürekliliğini sağlayacak risk yönetimi, felaket durumlarında geri dönüş vb. konularda yeterince çalışma yapılmıyor.
http://www.turkiye.gov.tr adresinde adınıza kayıtlı telefonlar, borçlarınız, adli kayıtlar vb. bir çok kişisel bilgiyi görebilirsiniz. Arada sırada burayı kontrol etmekte yarar var. Bunların dışında aşağıdaki önlemler kişisel bilgilerinizin çalınmasını azaltabilir:
  • İnternet sitelerine kişisel bilgilerinizi tam olarak girmeyin
  • Sosyal ağlarda akrabalık ilişkilerini tanımlamayın, tanımadığınız veya şüphelendiğiniz şahıslarla arkadaş olmayın
  • Daha çok nakit ile alışveriş yapın
  • İnternet üzerinden alışverişlerinizde sanal kredi kartı kullanın
  • Akıllı telefonunuzun konum kullanan hizmetlerini uygulamaya göre mümkün olduğunca kısıtlayın

15 Ocak 2014 Çarşamba

DUVARLARLA KONUŞAN ADAM



Darbeler, siyasi çalkantılar arasında kararlılık ve azimle sürdürdüğü başarılı eğitim hayatının ardından üniversite kariyeri yapar.

Malatya İnönü Üniversitesi Rektörlüğü’ne atanır.

Adı siyasi cinayetlerle anılan İnönü Üniversitesi’nde kısa bir süre içerisinde huzurlu bir bilim ve sanat ortamı yaratır. Avrupa’nın en büyük kongre ve kültür merkezini, içi ağzına kadar tıka basa kitap dolu Türkiye’nin en büyük kütüphanesini (çünkü bir çok kütüphane laf olsun diye var), dünyanın sayılı karaciğer organ nakil birimini, çeşit çeşit spor komplekslerini, olimpik havuzu, son derece modern öğrenci yurtlarını, Türkiye’nin en büyük internet merkezini, kafeleri, öğrencilerin rahat edeceği sosyal ortamları kuruyor. Hem de neredeyse sıfır ödenekle.

Tabii ki böyle bir başarı Türkiye’de cezasız kalamazdı.

Dinci basın ve çevreler sürekli kendisini hedef almaya başlar. Cumhuriyet Devrimi Kanunları’nı uygulayan ve yoktan var etmeyi becerebilen böylesine başarılı insanlar elbette ki dinciler tarafından en ağır ithamlara hedef olur.

2009 yılında adına Ergenekon denilen dava kapsamında göz altına alınır.

İlk 2 ayın sonunda yüz felci geçirir.

Hastanede yapılan tetkiklerde siroz olduğu ve karaciğer kanseri riski olduğu tespit edilir. Fakat Adli Tıp uzmanları cezaevinde tedaviye devam edilebileceği kararını verirler. Aynı kararı daha sonra da defalarca vermeye devam ederler.

Bilim insanı uğradığı haksızlığı ve hapsedilmeyi hazmedememektedir.

Her şeyi daha da kötüye götüren ise evladının Ankara yakınlarında geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybetmesi olur. Hilmioğlu bu olaydan sonra yıkılır. İyice içine kapanır.

Fatih Hilmioğlu karaciğer kanseridir. Üçüncü nodül de geçen günler içerisinde Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde ki tetkiklerde ortaya çıkar. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin uzmanları kesinlikle cezaevi koşullarında tedavi olamayacağına dair görüş belirtirler. Fakat Adli Tıp uzmanları her zamanki gibi cezaevinde bakılması yönünde görüş bildirirler.

Bugünlerde bazı sivil toplum kuruluşları ve bağımsız kalabilmeyi başarmış birkaç medya kuruluşu Fatih Hilmioğlu’nun özgürlüğüne kavuşması için kampanya yürütüyorlar ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e, Fatih Hilmioğlu’nu yetkisini kullanarak özgürlüğüne kavuşturması için çağrıda bulunuyorlar.

5 Ağustos 2013 tarihinde kararı açıklanan Ergenekon Davası sonrası Manisa Milletvekili Özgür Özel, Malatya Milletvekili Veli Ağbaba, Muğla Milletvekili Nurettin Demir, CHP Erzincan Milletvekili Muharrem Işık’tan oluşan CHP Cezaevi İnceleme ve İzleme Komisyonu Üyeleri tutuklular ile görüştüler. Yaptıkları bu görüşmeleri de bir basın toplantısı yaparak gazeteciler ile paylaştılar. Fatih Hilmioğlu’nun kendileri aracılığı ile basına yaptığı açıklama, bir bilim adamının adaletin yerine gelmemesinden duyduğu hayal kırıklığını en aptal insanın bile anlayabileceği yalınlıkta ifade ediyor.

‘'Darbeye eksik teşebbüs suçundan 16 yıl ceza aldım. Bizi suçladıkları iki şey, 2003'te Jandarma Genel Komutanı'nı ziyaret, bir diğeri de Kent Otel'deki tesadüfi yemek. Düşünebiliyor musunuz, 10 general, 10 rektör yemek yiyor, 3 rektör ve 1 generale ceza veriliyor. 2003 yılında YÖK tasarısı tartışılırken, YÖK başkanının da içinde olduğu bir heyetle her yeri geziyorduk. Askeriyenin de 23 eğitim kurumu var. Onlar da söz konusu tasarının paydaşı. Her kuruma gittiğimiz gibi oraya da gittik. Biz 7 rektördük ve 10 general vardı. Şimdi bu toplantı örgüt toplantısı olarak değerlendiriliyor. 7 rektörden 3 sanık, 10 komutandan ise sadece Şener Eruygur suçlanıyor. Eğer ortada bir suç varsa hepsinin suçlanması lazım. Toplam 17 kişiyiz. 4'ü suçlanıyor, 13'üne kimsenin bir şey dediği yok. Bu nasıl eşitlik, bu nasıl adalet? Bir diğer suçlama ise 3 mart 2004 yılında Kent Otel'de yenilen bir yemek. Ankara Ticaret Odası'nda bir panele katıldık. Panelde konuşmacıydım. Panelden sonra hep beraber Kent Otel'e gittik, yemek için. Orada da Mustafa Balbay, rahmetli İlhan Selçuk ile yemek yiyormuş, masaları birleştirdik, bu yemek örgüt toplantısı oldu. Baştan hükmümüz verilmiş, 5 yıl boşuna yatmışız. Ayrıca, İnönü Üniversite öğrencilerini fişlemek suçundan cezalandım. Suçlama, 2003 tarihli, belgesi ise 2006'ya ait. Böyle bir şeyle ilgilim olmadığımı kanıtladığım halde bundan 7 yıl ceza verdiler.'’

Son bilgi. Fatih Hilmioğlu artık hücresinde halüsinasyonlar görüyor ve sık sık duvarlarla konuşuyor.

ÇETİN TAŞ

14 Ocak 2014 Salı

GEYİKLİ PARK




“Çanakkale’nin ‘meçhul’ olmayan on binlerce direnişçisinden biri olan İsmail’in kardeşi yıllar sonra Sunay Akın’a şunları anlatır:

‘Ağabeyim gitti ve onu bir daha hiç görmedik! Oynamam için bana verdiği düğme de, polisin evimdeki kütüphanemde yaptığı bir arama sırasında ağabeyim gibi kayboldu gitti!’ ”


Sunay Akın’ın yeni kitabı da tıpkı daha öncekiler gibi tarihin “görünmeyen” yüzünü gün ışığına çıkarıyor. 254 sayfalık kitap Çanakkale Savaşı ile başlayıp Cumhuriyetin ilk yıllarına, Mimar Sinan’dan Fransız Devrimi’ne uzanıyor. Kendini araştırmacı-şair olarak nitelendiren Akın aynı zamanda başarılı bir öykü anlatıcısı. Öykülerini anlatırken kimi zaman fazlaca didaktik de kalsa, duru bir dili var Sunay Akın’ın. Öykülerin kurgusu ise yine bildiğimiz Sunay Akın çizisinde. Hayata dair küçük detaylar ile başlayıp, küçük çağrışımların da eklenmesiyle farklı olaylara, farklı kişilere bağlanan ve aslında pek de yabancısı olmadığımız isimlere ulaştığımız öyküler bildik Sunay Akın tekniğinden öteye geçmiyor yine. Kitap edebiyat anlamında yenilikler getirmese de öykülerin her biri özenle kurgulanmış ve belli ki uzun araştırmalar sonucu üretilmiş. Kitaptaki son üç yazı diğerlerinden oldukça farklı; bu yazılar Tokyo Camisi’ne ayrılmış. Daha doğrusu, caminin yapımında emeği geçenlere. Sunay Akın’ın caminin yapımında Türk Hükümeti’nin, dolayısıyla Atatürk’ün de katkıları olduğu iddiası belli ki bazı bağnaz çevreleri çok rahatsız etmiş. Atatürk’ü din düşmanı bir diktatör olarak gösterme sevdasındaki yobaz kafaların bu iddialara neden köpürdüklerini anlamamak mümkün değil. Sözü, yine Sunay Akın tarafından aktarılan bir alıntı ile bağlayalım. Kurt Ziemke’nin 1930’da yayımlanan Die Neue Türkei adlı kitabından aktarılan alıntı şöyle:

“Yapılması gereken, Kemalist Cumhuriyet’in hem din düşmanı hem de Kürt düşmanı olduğu temasını ortaya atıp işlemektir.”


Ferit Derler

10 Ocak 2014 Cuma

MANİDAR


Daha İstanbul belediye başkanı olduğu dönemde Amerika tarafından başbakanlığa hazırlandığı iddiaları pek manidar. Ki bu durumu “olur mu canım öyle şey?” diyerek reddeden kişilere Aydınlık dergisinin 20 Ekim 1996 tarihli kapağı gösterildiğindeki yüz ifadeleri de aynı derecede manidar. *

Kurulduğu tarihten 14,5 ay sonra bir partinin Türkiye’nin köklü siyasi partilerini geride bırakarak seçimlerde birinci olması pek manidar.

Aynı partinin kurucu genel başkanının hakkındaki milletvekili seçilemez engelinin, muhalefet partisi genel başkanının desteği ile kaldırılıp milletvekilliği yolu açılması pek manidar.

Başbakan olmasına giden yolu açan muhalefet partisi genel başkanına, verdiği bu destekten dolayı daha sonraki yıllarda gösterdiği “teşekkür etme biçimi” çok manidar.

Bitti denilen PKK terör örgütünün son 10 yılda yeniden ayağa kalkması oldukça manidar.

Kürt devleti kurmak isteyenlerin seslerinin yine şu son 10 sene içerisinde, bu zamana dek hiç olmadığı kadar yüksek çıkması çok manidar.

Özellikle son 6-7 sene içerisinde milli düşünen, Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı subay, yazar, gazeteci, siyasetçi ve diğer çeşitli meslek gruplarından insanların çeşitli suçlamalar ve gerekçelerle yüzlerce yıl hapis cezaları alarak cezaevlerine konmaları pek manidar.

Ülkede üretimin neredeyse durmuş olmasına rağmen dışarıdan döviz akmaya devam etmesi pek manidar. Keza tarım ve hayvancılık konusunda artık dışa bağımlı bir ülke haline gelmemiz de bir o kadar manidar. Oysa henüz 30 sene öncesine kadar dünyada kendi kendisine yetecek 7 ülkeden birisiydi ülkemiz.

Enerjinin termik santrallerden elde edilmesi yerine hidroelektrik ve özellikle doğal gaz santrallerinden elde edilmesinin devlet politikası haline gelmesi pek manidar. Doğal gaz yok da ülkemizde, o bakımdan.

3 ay önce elinden ödül aldığı Kaddafi’ yi 3 ay sonra deviren koalisyon içerisinde yer alması pek manidar. Tıpkı maaile ağırladıkları Esad için 1 sene sonra Esed demeye başlamasının ve diktatör olmakla suçlamasının manidar olması gibi. Ve tabii iktidar partisinin dış işleri bakanı öncülüğünde yürütülen SIFIR SORUN politikasının, SIFIR KOMŞULUK İLİŞKİSİ’ne doğru başarı ile evrilmesindeki üstün çabaları da çok manidar.

İktidara gelene kadar ve geldikten sonra birlikte hareket eden partinin ve cemaatin bugün birbirleri ile düşman hale gelmeleri pek manidar. Oysa ki partinin kurucu genel başkanı defalarca BOP Eşbaşkanı olduğunu söylemiş yani Amerikan çıkarları ile ülke çıkarlarının örtüştüğünü ifade etmişti ve cemaatin başkanı da yıllardır Amerika’da yaşıyor ve canı istediği zaman Papa ile dahi görüşebiliyordu. Aralarının bu duruma gelmesi manidar değilse manidar kelimesinin anlamı hiç de manidar değil.

Haziran’da başlayan ve haftalarca ülkenin dört yanında süren direnişin zamanlaması çok manidarmış. Hükümet öyle diyor.

17 Aralık’tan bugüne ülkeyi sarsan yolsuzluk ve rüşvet operasyonları sırasında da bu manidar lafını o kadar çok duyduk ki, manidar lafı artık bir mana ifade etmemeye başladı birçoğumuz için. Ya da belki de ifade ettiği anlam ortak bir algıya dönüştü. Ve tüm bu manidar durumlar böyle düzyazıya döküp okuyunca hoş bir görüntü oluşmadığı da çok açık.

Bu şekilde ki kafa karışıklığım manidar değilse manidar olan nedir?

* http://istihbaratalani.files.wordpress.com/2013/03/image002243.jpg?w=660

ÇETİN TAŞ

İNSANLARIN VE CİNLERİN EFENDİSİ




50’li yıllarda Mazhar İpşiroğlu ve Sabahattin Eyuboğlu Topkapı Sarayı’nda Fatih Albümü üzerinde çalışırken dikkat çekici bir dizi minyatürle karşılaşırlar. Minyatürler Kar-ı Üstad Mehmed (bazıları Muhammed) Siyah Kalem adıyla imzalanmıştır ancak imzaların sonradan eklendiği neredeyse kesin gibidir. Siyah Kalem her ne kadar bugün bizim karakalem dediğimiz tekniğin adı olsa da, bazı resimler renklidir. Resimlerde cinler, şeytanlar, hayvanlar, farklı etnik kökenlerden insanlar yer almaktadır. Bu keşifle birlikte İnsanların ve Cinlerin Ustası’nın macerası başlar.



Mehmed Siyah Kalem hakkında bildiklerimiz çok fazla değil. Öncelikli olarak Siyah Kalem’in kim olduğu hakkında birkaç teori olsa da, hiç biri yeterince sağlam delillerle desteklenemiyor. Bazı tarihçiler Siyah Kalem’in Bahşi Uygur adıyla da bilinen Herat’lı Muhammet Nakkaş olduğunu ileri sürüyorlar. Bazıları ise Siyah Kalem’in tek bir kişi olmadığını, bir ekolün temsilcisi olan çok sayıda ressamın Siyah Kalem adıyla bilindiğini söylüyorlar. Kişisel kanaatim, resimler arasındaki üslup farklılıklarının ikinci olasılığı güçlendirdiği yönünde. Siyah Kalem’in hangi coğrafyadan geldiği de yine bilinmezler arasında. Üslubun Çin etkisinde olduğu kesindir fakat kaynağın Çin olmadığı da neredeyse aynı derecede kesindir. Siyah Kalem, Çin gravürlerinde hiç yer almamış derecede bir sertlik içerir. Çin literatüründe Siyah Kalem’e benzeyen başka resimlerin bulunmaması da yine bu savı güçlendiren delillerden biridir. O halde Siyah Kalem Çin’e sanatından etkilenecek kadar yakın, fakat etkisine girmeyecek kadar uzak bir coğrafyadan olmalıdır. Richard Ettinghausen gerek bu benzemezlikten gerekse resimlerdeki karakterlerin giysilerinden yola çıkarak Mehmed Siyah Kalem’i Türkistan’a konumlandırmaktadır.



Osmanlı kayıtlarında Mehmed Siyah Kalem ile ilgili tek bir satır bile yok. Hiçbir Osmanlı tarihçisi Siyah Kalem’den bahsetmez. Araştırmacıların üstünde neredeyse anlaşmaya vardıkları bir konu, bu çizimlerin Yavuz Sultan Selim tarafından İran seferlerinde ganimet olarak getirilmiş olduğudur. Resimler başlangıçta göçer geleneklerine uygun olarak rulo şeklinde iken daha sonra kesilerek parçalanmış, parçalar bağımsız olarak çerçevelenmiş ve el yazmalarına yapıştırılmıştır. Toplam 64 adedi günümüze ulaşan resimlerin bir araya geldiğinde bir öykü oluşturduğu yönünde iddialar var olsa da, henüz öykünün ne olduğu hakkında bir fikrimiz yok. Rulo şeklinde saklama, at sırtında yapılan yolculuklar için en uygun yöntem olmanın yanı sıra bir öyküyü resimlerle desteklemenin de en pratik yolu.



Mehmed Siyah Kalem’in eserlerinde yer alan insan-hayvan kırması devler içki içer, dans eder, büyü yapar ve kavga ederler. Bazı sahnelerde hayvanlar kurban edilir, kimi zaman insanlar kaçırılır. Şamanların dans edişleri, at ve eşekleri kontrol eden tüccarlar gibi detaylar, resimlerin İpek Yolu ile ilişkisini ortaya koymaktadır. Yüzler dikkatle incelendiğinde figürlerin Zenci, Moğol, Türk, Hintli özellikleri taşıdığı, karakterlerin şaman, Budist, göçebe, zengin, fakir, tüccar gibi kozmopolit bir topluluk oluşturduğu görülmektedir. Bütün bunların üstüne bir de insanlara zulmeden, büyüler kuran, kurbanlar kesen cinler, şeytanlar da tabloya eklenmiştir. Bu özellikleri ile Mehmed Siyah Kalem, tek başına kendine özgü bir literatür oluşturmaktadır.




Mehmed Siyah Kalem üzerine söylenebilecek pek fazla bir şey yok. Bildiklerimiz aşağı yukarı burada özetlediklerimle sınırlı. Ancak kapatmadan önce ekleyeceğim bir iki şey daha var. Siyah Kalem’in keşfedildiği Fatih Albümü’ne, bu adın verilmesi Fatih Sultan Mehmet tarafından düzenlenmesi ya da onun eserlerini de içermesi değil. Albüme bu adın verilmesinin sebebi içerisinde yer alan ve Fatih’i gösteren 2 minyatür. Bilinmesi gereken bir başka konu ise Mehmed Siyah Kalem üslubunun bugün halen Hacivat-Karagöz figürlerinde yaşamaya devam etmekte oluşudur. Tıpkı Siyah Kalem külliyatında olduğu gibi Hacivat-Karagöz karakterleri de boyunsuz, abartılı çizgilerle betimlenmiş karakterlerdir. Ezel Akay, Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü filminde belki de bu bağlantıyı göstermek için Mehmed Siyah Kalem’in çizdiği cin figürlerini kullanmıştır.


Ferit Derler

9 Ocak 2014 Perşembe

UÇURUMUN KIYISINDAKİ İNSANLIK



Bilim insanları diyor ki, bundan 500 yıl sonra Güney Amerika kıtasında insanlar ancak ayakta durarak sığabileceklermiş. Yani bu hızla giderseniz soyumuz en fazla 500 yıl yaşar diyorlar.

Dan Brown’un Cehennem kitabındaki gibi uçuk biri çıkmazsa – ki çıkmamasını umuyoruz – insanoğlu gelecekte tüm dünyadaki kara parçalarını dolduracak ve gıda stoklarını tüketecek.

Bu kıyamet senaryosu gibi bir şey. Durum gerçekten böyle mi?

Uzmanlara göre dünyanın toplam insan nüfusu 1000 yılında 310 milyonmuş, 2000’de 6 milyar olmuş. Tahminlere göre 2075’de ise 9 milyara ulaşacakmış. Yaşam kalitesinde olan yükselmeyi, tıp teknolojisinin ilerlemesini ve hastalıklarla olan mücadelenin başarısını düşünürsek belki de 9 milyar tahmini az bile olabilir.

Rakamlar iç açıcı görünmüyor. İnsanlık tarihinde nüfus hiçbir dönemde azalmamış. Zaman zaman artış hızında düşüş meydana gelmiş, o kadar.

Kıyamet senaryosunun gerçekleşebileceğini varsayalım ve bunu bir düşünce deneyi ile inceleyelim.

Kapalı sınırları olan bir kümese birkaç tavuk koyalım ve onları düzenli olarak sabit miktarda yemle besleyelim. Her gün bu kümese bir tavuk ekleyelim. Yem miktarı değişmesin.

Aradan bir süre geçtiğinde tavuk sayısı arttıkça, tavuk başına düşen yem miktarı azalmaya başlayacak. Tavuklar yem için kavga edecekler, belki birbirlerini öldürecekler. Yem sorununu atlattıklarını varsayarsak, bu kez de kalabalıktan kaynaklanan hava azlığı, hastalık gibi sorunlarla karşılaşacaklar. Belki hepsi ölecek, belki bir kısmı ölecek. İkinci durumda geri kalanlar mücadeleye devam edecekler.

Bu düşünce deneyi bize insanlığın gelecekte karşılaşacağı sorunlar hakkında sadece fikir verebilir. Öngörülemeyen bir çok sorunun gerçekleşme olasılığı yüksektir.

Alternatif bir senaryo olabilir mi?

Evet. Güneş sistemindeki diğer gezegenlerde yeni koloniler kurulabilir. Bunun için bugünden bazı çabalar var: Ay kolonisi, Mars kolonisi gibi.

Başka?

Dünyamızı koruyarak insanoğlunu bu dünya üzerinde sürekli, ama düzgünce yaşayabilen bir tür haline getirebiliriz.

Ancak geçmişteki karnemize bakınca, son alternatif gerçekleşmesi en zor olanı gibi duruyor.

Metin Turan

7 Ocak 2014 Salı

SAĞLAM İRADE


Son Günlerde billboardlarda üzerinde “SAĞLAM İRADE” yazan fotoğraflar karşımıza çıkıyor.

Başbakanın 17 Aralık 2013 tarihindeki soruşturmayla başlayan devlet krizinin, aslında dış mihraklı şer ittifaklarının ve paralel devletin birlikte üstlendikleri çok uluslu bir komplonun mağduru olduğuna halkı ikna etme çalışmalarının son örneğidir bu fotoğraflar.

Tüm bu süreçte Sayın Başbakan yolsuzluk iddialarıyla ilgili herhangi bir yalanlama da bulunmadı. Öncelikle soruşturmanın ilerlemesini durdurmak adına tasfiyeler, görevden almalar ve yeni atamalar yaptı. Yolsuzluklar konusundaki savunmasını, olması gerektiği gibi hukuk zeminine oturtmadı. Bunun yerine tartışmaları güçlü olduğunu düşündüğü siyasi platforma çekip orada çözüm aradı ve aramaya devam ediyor. Toplumdaki endişeyi ve ayrımcılığı tahrik ederek, siyasi desteğini artırmaya ve güçlendirmeye çalışıyor.

“Sağlam irade” ifadesi çok iyi düşünülmüş ve stratejik olarak planlanmış bir siyasi savunma sürecinin sonucu olarak karşımıza çıkıyor.

Türk halkı çoğunlukla mağdurun yanında olan ve destekleyen bir toplum yapısına sahiptir. AKP’nin iktidarda olmasının nedenlerinden birisi de mağduriyet konusunu çok iyi kullanmasıdır. Ancak bu sefer kazın ayağı pek öyle görünmüyor ve iradenin sağlamlığı; etikten, güzel ahlaktan ve dürüstlükten her geçen gün biraz daha uzaklaşarak, delilleriyle ve bulgularıyla ortaya konmuş yolsuzluk ve hırsızlık iddialarının ortasında görevde kalmak için direnmek olarak karşımıza çıkıyor.

SERDAR AYDEMİR

GEZDİM GÖRDÜM : BANGLADEŞ



Türk Hava Yolları'nın direk Dakka'ya uçuşu var, İstanbul’dan tarifeli uçak ile.

7 saat 40 dakikalık uçuşun ardından indiğim havaalanında pasaport kontrolü 1 saat 15 dakika sürdü, valizleri de 15-20 dakika kadar bekledim.
Sabah saatin 6 buçuğunda inanılmaz bir trafik vardı...Her yer pis ne yazık ki.

Bangladeş İslam Cumhuriyeti ülkenin resmi adı.

4 saat ileri Türkiye'den. Bizden ileri oldukları başka da bir konu yok zaten. 144 bin küsür kilometre kare yüzölçümü olan küçücük bir ülke, üstelik bu yüzölçümünün yaklaşık %10'u nehirler, göllerden oluşuyor. Fakat nüfus yoğunluğu olarak en fazla olan Müslüman nüfusa sahip ülke; 170 milyona yakın nüfusu var. Halkının %90'ı Müslüman, geri kalanlar Hindu ve Budist.

Hava çok sıcak, bunaltıcı, Bang Kok'a gidenler anlayacaklar ne demek istediğimi, insanın yüzüne çarpmıyor sıcak hava, adeta sıcak havanın içinde yürüyorsunuz, saunada yürür gibi.

Mevsim dönümlerinde aniden çılgın bir yağmur yağıyor birkaç dakika boyunca, hem de aralıksız. Sonra birden kesiliyor ve gökyüzünde pırıl pırıl bir güneş açıyor. Muson Yağmurları.

Dışarıda alkollü içki bulamazsınız. Sadece lüks otellerin barlarında ve restaurantlarında servis ediliyor.

30'a yakın ülke gezdim, 200'den fazla da şehir gezdim bu ülkelerde. Bunların içinde nüfus yoğunluğu en yoğun olan Mexico City ve Kahire de var. Fakat Bangladeş'in Dakka'sı gibisine henüz rastlamadım. Her gün yüzbinin üzerinde insan gördüğünüze emin olabilirsiniz Dakka’da araba ile seyahat ederken veya yürürken.

Radison SAS, Sheraton ve Dhaka Regency Dakka’da kalınmasını önereceğim oteller. Gecelik ücretleri oda + kahvaltı olmak kaydı ile sırasıyla 300, 280, 130 Dolar ve daha ucuz otellerde kalmamanızı öneriyorum. Hem güvenlik, hem her türlü hijyen koşulları nedeni ile yapıyorum bu öneriyi.


Trafik yoğunluğu inanılmaz. 30 km'lik yolu net 3 saatte gittim ve 3,5 saatte döndüm bir keresinde. İstanbul'da yaşayanlar trafikten şikayet etmesinler. Tuk tuk (Tayland'da da var aynısı, motorsikletin 4-5-6 kişilik oturma yeri eklenmiş olanı) ve bika bika (bisiklete 2-4 kişilik oturma yeri eklenmiş) lardan dolayı öyle bir trafik var ki, anlatamam size.


Memleket sefalet içerisinde. Paranın gücünü her yerde hissediyorsunuz. Millet neler yiyor, bir görseniz inanamazsınız.

Burada istemedikçe ekmek gelmiyor masaya. Aynı Avrupa gibi. Ayrıca aksini söylemedikçe de masaya kesinlikle pirinç pilavı geliyor, tıpkı İran gibi. Aşırının da ötesinde Avrupa özentiliği var, beyaz tenli insana karşı aşırı derecede bir aşağılık kompleksi var. Bizim her haliyle ikiye bölünmüş milletimizin Amerikan-Avrupalı ve Arap hayranlığı gibi. İlginçtir, Türk ve Türkiye deyince Avrupalı ve Avrupa ülkesi diye biliniyoruz. Sevinsem mi, üzülsem mi bilemiyorum. Ayrıca yazık bu insanlara. O kadar sefalet içindeler ki bu insanların bu sefaletten kurtulma imkanları kesin olarak sıfır. Çünkü burada da ülke zenginliklerinin neredeyse tamamını kontrol eden bir kaymak tabaka var. Ve o tabaka bu halkın sefaletinden besleniyor. O kadar sefil bir halk ki çamurun içindeki pazar yerinden alışveriş yapıyor, pisliğin içindeki et kesim yerlerinden et alıyor, hiçbirimizin tuvalette taharet için bile kullanmaya tenezzül etmediği suda hem yıkanıyor, hem çamaşır yıkıyor ve hem de içiyor.

Ezen-ezilen çelişkisinin bariz bir örneği burası.


İşgücü çok ucuz olduğundan (50 Dolar/ay asgari ücret, yeni mezun mühendis maaşı 100 Dolar/ay, sigorta ya da başka herhangi bir sosyal güvence yok) hemen tüm fabrikalarda adeta insan sürüsüyle karşılaşıyorsunuz. Tekstil sektöründen örnek vermek gerekirse, Çorlu'da ki, Çerkezköy'deki boyahanelerde 1 tane işçinin tek başına 2 tane boyama makinasını kontrol ettiğini bilen bilir. Burada makina başına 5 işçi düşüyor.

Mümkün olduğu kadar meyva veya pişmemiş herhangi bir sebze ya da ikram edilen enteresan yiyeceklerden yemedim. Bu sayede de çok şükür midem sağlam kaldı. Size de aynısını yapmanızı tavsiye ederim.

Burada insanlar ya tekstil sektöründe çalışacaklar, ya biko veya tuk tuk sürecekler. Yoksa da dilenecekler. Elit tabaka zaten ultra lüks yaşıyor, o ayrı ama nüfusun çok büyük çoğunluğu için durum bu.

Hijyen diye bir şey yok. Gittiğim her yerde sağolsunlar, sıcak kanlılar, ikram yarışına girdiler, çeşitli bahanelerle mümkün olduğu kadar yememeye-içmemeye çalıştım ama mecbur kalıp ucundan kıyısından da olsa yemeklerine eşlik etmek zorunda kaldığım da oldu. Pirinç pilavına kendi yerel soslarını elle alıp karıştırıyorlar. Karıştırma işlemini elleriyle yapıyorlar. Yerken de çatal-kaşık kullanmıyorlar.

Millet bizim milletin futbol fanatikliğimizden çok daha öte boyutlarda kriket hastası. Sokaklarda insanlar deli gibi tv satan mağazaların önünde kuyruk olup maç izliyorlar saatlerce.

Bir çok yerde gencecik Bangladeşli çocuklar çevirdi etrafımı."Konuşabilir miyiz?" tekliflerini her seferinde "Tabii" diyerek kabul ettim. Çocuklara çok acıdım. Beterin beteri var gerçekten. Çocuklar yani okumuş olanlar o kadar zavallı ve o kadar her şeyin farkındalar ki. O kadar çaresizler ki bulundukları ülkenin imkansızlıkları yüzünden.

Enerji sıkıntısı had safhada. Ülkede elektrik tamamen doğal gaz santrallerinden üretiliyor ancak ardı ardına gelen yolsuzluklar nedeniyle devletin kasası tam takır. Gaz alamıyorlar, böyle olunca fabrikalara elektrik verilemiyor. Otelde bulunduğunuz süre içerisinde defalarca elektrik kesilip jeneratör devreye girebiliyor.

Havaalanları güzel bir havaalanı değil. Oturup kahve içilecek bir mekanı var. Sınırlı sayıdaki Duty Free mağazalarına 15 dakikada bakıp bitirdikten sonra bankların üzerinde uçuş saatinizi beklemek durumundasınız. CIP Salonu’ndan yararlanma imkanınız varsa nispeten daha iyi şartlarda bir küçük salonda vakit geçirebilirsiniz. Ama alkollü içecek ayrıca ücrete tabi.

Dakka’dan dönüş yine THY’nin tarifeli uçağı ile doğrudan İstanbul’a yaklaşık 8 saat uçarak mümkün oluyor.



GEZDİM-GÖRDÜM EKİBİ’nin 2012,2013 yıllarındaki Bangladeş seyahatlerinden derlenmiştir.

6 Ocak 2014 Pazartesi

Kutucan


AŞIRI KALİFİYE OLMA SORUNU


“Bu da ne kardeşim? Kalifiye olmak neden sorun olsun ki?” diyenleri duyar gibiyim.

Anlatayım.

İş hayatında sık duyarız, “kalifiye eleman ihtiyacı var” şeklinde. Yani yetişmiş, gerekli eğitimi almış çalışan kastedilmektedir bu ifade ile. “Vasıfsız eleman” ifadesinin tam karşıtıdır.

Şirketler yalnız ülkemizde değil, dünyanın her yerinde işi en verimli şekilde yapacak elemanlarla çalışmak isterler. Şirket politikalarının değişkenliği de göz önüne alındığında bazı şirketler kalifiye yani yetişmiş, gerekli eğitimi almış çalışanlardan daha çok faydalanmak isterler. Böyle olunca da “filanca üniversitenin falanca bölümü mezunu, şu kadar sene deneyimli, en az 2 yabancı dil bilen, şu şu şu özelliklerde mühendis aranıyor” şeklinde ilanlar ile müstakbel çalışanlarını ararlar. Ve tabii bu şirketler ara kademe ve üst düzey yönetici pozisyonlarına da yine piyasada saygın isimlere sahip üniversitelerin ilgili bölümlerinden mezun, tecrübeli, hatta çeşitli akademik derecelere sahip profesyonelleri yerleştirmeyi tercih ederler.

Birbirini takip eden ekonomik krizler sonucunda Amerika ve Avrupa’da son yıllarda on binlerce beyaz yakalı insan işlerini kaybetti. Takip edebildiğim kadarıyla bunların arasında tecrübesiz ya da birkaç sene tecrübeli üniversite mezunları da, ara kademe ve hatta yönetici pozisyonunda insanların da bulunduğu söyleniyor.

Türkiye’de bu son ekonomik kriz, belki Amerika ve Avrupa’da ki kadar yoğun bir şekilde hissedilmediyse de; çok sayıda mimar, mühendis, bankacı tecrübeli-tecrübesiz meslek sahibi işlerini kaybetti.

Bu insanlar hayatlarını devam ettirebilmek için çalışmak zorunda olduklarından vakit geçirmeden yeniden iş arayışına koyulmaktalar. İşte tam şimdi bu yazının başlığı ile ilgili konuşmaya başlıyoruz. İş arayışları sırasında, az tecrübeli olan insanlar daha çok iş görüşmesine çağrılırken, çok tecrübeli insanlar ise kıyaslanmayacak kadar az iş görüşmesine çağrılmaktadır. İşte bunun nedeni Aşırı Kalifiye Olma Sorunu’dur ve son dönemde iş arayan profesyonellerin en çok karşılaştıkları ve bu nedenle de en çok şikayetçi oldukları sorundur.

Ekonomik kriz nedeniyle zaten küçülmeye giden şirketlerin, şirket içi boş pozisyonlarını doldururken, işe başvuran profesyonellerin geçmişte çalıştıkları şirketlerin konumunu, aldığı muhtemel ücreti ve talep edeceği muhtemel ücreti göz önüne almaları neticesinde; başvuru sahibi kişileri ya hiç çağırmazlar, ya da çağırsalar bile değerlendirmeye almazlar. İşte söz konusu kişilerin yaşadığı bu sorun Aşırı Kalifiye Olma Sorunu’dur.

Yıllarca irili-ufaklı şirketlerde çalışmış olan, belirli bir deneyim sahibi olmuş eğitimli kişilerin yaşadığı bu durum, kişi üzerinde zaten başlı başına büyük bir baskı oluştururken iş arama stresi ile birleştiğinde ciddi psikolojik sorunlara neden olmaktadır.

Yılların yöneticileri yaptıkları onlarca iş başvurusundan olumlu yanıt alamayınca ve hatta olumlu yanıt almayı bırakın, iş görüşmelerine dahi çağrılmayınca elbette ki önemli miktarda özgüven kaybı yaşamaktadır. Çevremizde böyle insanların giderek sayılarının artmakta olduğunu üzülerek gözlemliyoruz.

Bu kapitalist sistemin bir sonucudur. Sorunun çözülmesi için, kapitalin yeniden işverenin gözünü, “Ben artık Aşırı Kalifiye Profesyonelleri çalıştırabilecek durumdayım” diyecek şekilde doyurması gerekmektedir. O zamana kadar, işsiz kalma tecrübesini de yaşayan profesyoneller ya daha az kazanmayı kabul edecekler, ya da çalıştıkları ve nispeten çok daha iyi para kazandıkları dönemde yatırım yapacaklardır. Bunlar İşsizlik Sigortası, Bireysel Emeklilik Sigortası gibi kapitalist sistemin enstrümanlarıdır.

E tabi atalarımızın her daim geçerliliğini yitirmeyecek olan şu sözlerini de kulaklarına küpe etmeliler:

“Ayağını yorganına göre uzat”

“Ak akçe, kara gün içindir”.

ÇETİN TAŞ

Hindinin düşündürdükleri

Ülkemizde uzun zamandır yılbaşı yemeklerinde fırınlanmış hindi tercih edilen bir yemektir. Ancak dünyanın diğer taraflarına baktığımızda hindinin yılbaşından farklı etkinliklerde tercih edildiğini görmekteyiz.




Bu farklılık nereden kaynaklanmaktadır?

Yıldönümlerinin, mitlerin, dini sembollerin, geleneklerin ve kabullerin kısa bir zaman aralığı içerisine sıkıştırılması ve kültürden kültüre geçerken zaman içinde farklılaşması olası bir nedendir.

Ancak bu farklılaşmanın, hindinin ne amaçla ve ne zaman yeneceğinin ötesine geçerek 2013 sonunda temsili Noel Baba'nın sünnet edilmesine varan vahim sonuçlar doğurması düşündürücüdür. Bu nedenle, üzerinde yaşadığımız toprakların kadim birikimlerini bu kadar kolay harcamadan ne olduklarını anlamaya çalışmak iyi bir başlangıç olacaktır.

Her ne kadar 2013’ün karmaşası sona ermiş olmakla birlikte, çevremizde olan biteni ve belki de nereden edindiğimizi tam olarak bilemediğimiz kültürümüzü oluşturan unsurları daha iyi analiz edip yorumlayabiliriz.

Kasım ayının sonundan başlayarak Aralık ayı sonuna kadar devam eden ve dünyanın bir çok yerinde tertiplenen bu etkinlikler bazı mitlerden ve dini sembollerden günümüze taşınabilmiş olanlarını içerebilmektedir. Zaman içerisinde, tüm etkinlikler ve semboller değişiklik göstermiş, birbiri içerisine geçmiş ve bazı yerlerde dini olmaktan çıkarak seküler bir havaya dönüşmüştür.

Bu etkinlikleri ve sembolleri kısaca şöyle verebiliriz.

Şükran Günü (Thanksgiving Day)

Şükran günü başta ABD ve Kanada olmak üzere bir önceki yılın hasatını kutsamak amacıyla yapılan bir ulusal tatildir. ABD'de Kasım ayının dördüncü Perşembe günü, Kanada'da ise Ekim'in ikinci Pazartesi günü kutlanır. Şükran gününün dini ve kültürel kökleri bulunmakta ve uzun zamandır seküler bir anlamda kutlanmaktadır.

Fırınlanmış hindi ABD'de Şükran Günü yemeğinin ana unsurudur.

Noel (Christmas)

Noel Hz. İsa'nın doğum gününün anılmasıdır ve 25 Aralık'ta kutlanır.

Kutlamalar zaman içerisinde bir çok farklı kültürden gelen değişik unsurları içermektedir. Örnek olarak hediye verilmesi, noel ağacı, çeşitli süslemeler, çelenkler, ilahiler verilebilir.

Günümüzde Noel büyük bir ekonomik pazar oluşturmaktadır. Bu yüzden, dünya çapında her yıl artan bir oranda pazarlama yapılmaktadır.

Noel Baba (Santa Claus)

Günümüzde Noel Baba dediğimiz kişinin Anadolu topraklarında (Patara ve Demre) doğup yaşayan bir aziz ile İskandinav mitlerinden gelen sembollerin bir karışımı olduğu düşünülmektedir. Bu aziz, Santa Claus, Sent Nikolaas ve Aziz Nikola gibi değişik adlarla anılmaktadır. İnsanlara ve özellikle çocuklara çok yardım ettiği söylenmektedir.

Yunanistan ve Rusya'da 6 Aralık Aziz Nikola günü olarak kutlanmakta ve hediyeler dağıtılmaktadır.

Zamanla -biraz da pazarlamacıların sayesinde- çocukların çoraplarına hediye bırakan, tonton, beyaz sakallı ve koca göbekli Noel Baba imajı bir çok kültürden gelen etkilerle Noel'le birlikte özdeşleşmiştir.

Çam ağacı süslenmesi
Çam ağacı tek tanrılı dinlerin öncesinde de Mısır'da, Çin'de kutlamalar için kullanılmaktaydı. Orta Asya’da Türklerin güneşin zaferini ve yeniden doğuşunu “Akçam Ağacı” adıyla kutladıkları Sümerolog M.İlmiye Çığ tarafından belirtilmiştir. Daha sonra Almanlar köknar ağacını dini kutlamalarda kullanmaya başladılar ve bu zamanla Avrupa'ya yayıldı. Ancak bugün çoğunlukla dini bir anlamı olmadan kullanılmakta, hem Noel'de hem de yeni yıl kutlamalarında yerini almaktadır.

Miladi Takvim

Miladi Takvim veya diğer adıyla Gregoryan Takvim dünyanın hareketine uygun olarak hazırlanmış bir takvimdir. Bugüne kadar kullanılan en hassas takvimdir. Zaman içerisinde uluslararası ticaretin kolaylaştırılması amacıyla bütün ülkeler tarafından kullanılmaya başlanmıştır.

Yeni yıl kutlaması

Yeni yıl kutlaması miladi takvime göre 31 Aralık gecesi yapılmaktadır. Eski yılın uğurlanmasını ve yeni yılın yeni umutlarla başlamasını içeren bir kutlamadır. Zaman içerisinde çam ağacı süslemesi ve fırınlanmış hindi gibi gelenekler özellikle hıristiyan olmayan toplumlarda, küreşelleşmenin, artan iletişimin ve pazarlamanın gücüyle yeni yıl kutlaması içinde yerini almıştır. Ancak bugün yeni yıl kutlamasının hiç bir dini anlamı bulunmamaktadır.

Sonuç olarak yeni yıl kutlamasının 24 Aralık’ta kutlanan Noel ile bir ilişkisi yoktur.

Metin Turan

4 Ocak 2014 Cumartesi

Schumi ve Marka Yönetimi




Anılar ve Schumi:

2006 yılında ölümcül çekişmeli geçen bir sezonda Schumi, Alonso'nun ensesindeydi. Aralarındaki puan farkı hemen hemen kalmamış ancak bazı dedikodulara göre sezon sonu F1 kariyerine son verecekti.

10 Eylül 2006 tarihinde lider bitirdiği etabın sonunda sezonun bitmesine 3 yarış kala bir basın toplantısı düzenleyeceği açıklandı. Ben dahil ekran başındakiler son derece meraklı bir şekilde -ve sevenleri için gizli bir hüzünle- Schumacher’in ağzından dökülecekleri bekliyordu.

Basın toplantısı başlamadan 10 saniye bilemediniz 7 saniye önce, Reuters açıklama yaparak ekranlarda altyazıda görünecek şekilde, -Schumi'den önce (!)- Schumi’nin F1 kariyerini sonlandırdığını açıkladı. Haber atlatma, canlı yayında belki de medya tarihinde ilk kez foto finişle yapılıyordu.

Nadir görülen bir profesyonellik ve win-win ilişkisi! Hem Reuters güvenilirliğini taçlandırıyor, gizli bir mesaj ile “önce benden duyarsınız diyor”, Schumi ise “o eşsiz gülüşü” ile ayrılsam da bu haberi bile paraya çeviririm diyordu.

Kızmayın ama Türk futbol liginin modern zamanlarının gol kralı Hakan Şükür'ün bile jübile yapamadığını düşünürseniz olayı daha iyi kavrayabileceksiniz!

Sanırım bu arada eve dönmeliyim. Matem gibiydi basın toplantısı ki yukardaki imgeler filizlense de belleğimde. Duygularım daha ağır basıyordu

Ama o ne! Bizim bızdık kız, yatak odasına gitmiş, 2005 yılında Türkiye yarışında aldığım boyunun en az 4 katı olan Ferrari bayrağını eline almış ve Ferrari şapkasını başına takarak salona gelip Schumacher diye bağırıp bayrak sallıyordu ve duygu seline o da (6 yaşında) kapılmıştı. O sezon yarışların çığlık çığlığa izlendiğini de eklemeliyim.

Şunu anladım ki sevgi, bağlılık ve dolayısıyla (maalesef) bağımlılık iç içe geçmiş kavramlardı ve Schumi global olarak bunu sportif başarılarının yanında yönetebilmiş ender kişilerden biridir.

Kendisine acil şifalar dilerim.

Ayhan Öztürk

Kutucan


Kutucan



3 Ocak 2014 Cuma

Kutucan - Kız vermediler


İsviçre


ARTIK YENİ YILLAR DA ESKİ YENİ YILLAR GİBİ DEĞİL Mİ, NE?


Hatırlıyorum. 
 

Anneciğim alırdı tavuğu. Onu güzelce fırında pişirirdi. Babacığımın öyle içki alışkanlığı yoktu ama yılbaşı gecesi ufak bir rakı veya birkaç şişe bira içerdi. Biz de kardeşimle 1 litrelik kolaya gözümüz gibi bakardık.


Anneciğim masayı süslerdi o kıt kanaat geçindiğimiz günlerde. Mükemmel bir salata, muhteşem bir mercimek çorbası, kuş üzümlü pirinç pilavı, patates kızartması ve belki birkaç meze.


Masanın donatılmasından sonra ailece masaya otururduk ve televizyonu izlemeye başlardık. Tek kanallı televizyonda ülkenin tanınmış pek çok sanatçısı sıra ile çıkar en güzel eserlerini icra ederlerdi. Komedyenler en başarılı komikliklerini o geceye saklarlardı sanki. Yılbaşı özel programının sunucuları ekranlardan adeta masamıza gelir, oturur,bizimle yer,içer,sohbet ederlerdi.


Yeni yıla hep birlikte sevinç çığlıkları atarak girerdik. Ailece sarmaş dolaş olurduk. Yalnız çok hızlı bir şekilde bu seremoniye son verirdik, çünkü yeni yıla girdikten birkaç dakika sonra meşhur bir dansöz göbek atmaya başlardı ekranlarda. Çocuk halimizle kardeşimle birbirimize kaçamak bakışlar atar,göz kırpar,gülerdik. Annemiz ve babamız bizimle göz göze geldiğinde de utanırdık.


Kuruyemişler,anneciğimin hazırladığı tatlılar,kolalar ve diğer içeceklerle birlikte neşe içerisinde tüketilirdi.

Son yıllarda evde geçirdiğim yılbaşı gecelerini düşünüyorum.Siz de bir yoklayın kendinizi.


Her şeyden önce tavuk eski tavuk değil. Anneciğimin yaptığı tavuk ile 4 kişi rahatlıkla doyardık. Oysa şimdi…Tavuk bir kişiyi bile doyuramayacak kadar ufak. Üstelik lezzetli değil. Salata desen domates domates değil, hıyar hıyar değil, soğan belki direnen tek enstrümanı işte o salatanın. #dirensoğan diyelim, ne diyeyim?

Bir kere cep telefonu denen alet gece boyunca sürekli ötüp duruyor. Dostlar,anneler,babalar,akrabalar ya arıyorlar,ya mesaj atıyorlar ya da diğer telefon uygulamaları ile anlık mesajlar gönderiyorlar, fotoğraf paylaşıyorlar. Eskisi gibi karşılıklı uzun sohbetler yapılamıyor. Tam eşimle bir şeyler konuşmaya başlıyorum, telefon çalıyor.Tam eşim bir şey anlatmaya başlıyor,mesaj giriyor araya.


Hele televizyonlar, televizyon programları. İğrençten de öte.Allah aşkına, kaç taneniz açıp bir Türk televizyon kanalında 15 dakikadan fazla zaman geçirebildiniz yılbaşı gecesi? Hadi diyelim geçirdiniz; aklınıza hiç çocukluğumuzun ve hatta gençliğimizin ilk yıllarının yılbaşı gecelerinde ki televizyon programları gelmedi mi?

Sonra aldım bir ara kumandayı elime. Uydu kanallarını gezmeye başladım. Ve Rus, Fransız, Alman kanallarında ki yılbaşı eğlencelerinde bir şekilde çocukluğumun yılbaşı eğlence programlarının tadını aldım. Çok ilginç geldi bana. Ya bu ülkelerin insanları çok mutlu ve eğlenceyi hak ediyorlar. Ya da bizim ülkemiz de bizler eğlenceyi unuttuk. 
 

Efendim? İkisi aynı şey mi? 
 

Doğrudur.


ÇETİN TAŞ

ALGI YÖNETİMİ


Algı yönetimi. Bu tanımı ortaya koyan Amerikan Savunma Bakanlığı tarafından şu şekilde tanımlanmış: “ Toplumların duygularını ve motivasyonlarını etkilemek amacıyla yapılan yayınlar ya da seçilen bilgiler ve göstergeleri inkar etme eylemi.”


Deniyor ki; görmüş olduğunuz ve gerçek olduğunu düşündüğünüz göstergeler aslında bizim size gösterdiğimiz şekildedir.


Daha doğru olarak anlaşılabilmesi için şu şekilde de ifade edebiliriz: Bize bir ayna tutuluyor ve bu ayna, tutan kişilerin tercihine bağlı olarak düz, iç bükey ya da dış bükey olabiliyor. Gördüğünüz yansıma ise bizim için artık inandığımız gerçeğe dönüşüyor.


Bu gerçek için mücadele ediyor, onu korumaya çalışıyoruz. Aslında uğruna mücadele verdiğimiz şey gerçek ve doğru olduğuna inandırıldığımız şeydir.


Günümüzde iletişim kanallarının çokluğu yoğun biçimde bilgi akışına ve moda tabiriyle algı savaşlarına yol açmaktadır. Bu nedenle görsel ve basılı medya aracılığıyla ya da internet gibi son derece etkin ve yoğun kullanılan iletişim araçlarıyla yapılan saldırılara karşı uyanık olunmalı, gerçeğin çok yönlü olabileceği unutulmamalıdır. Bilgi kaynaklarının doğruluğu sürekli sorgulanmalı ve gerçeğin algılanmasında sürekli değişiklikler olabileceği bilgisi ile hareket edilmelidir.



SERDAR AYDEMİR

1 Ocak 2014 Çarşamba

YİYORLAR AMA ÇALIŞIYORLAR


Havaalanından bindiğim taksinin şoförü sabahın 6'sında malum radyolardan birinden malum kişiyi bağırta çağırta zoraki dinletiyordu bana da. Yüzüm nasıl bir şekil aldıysa aynadan bana baktı ve


-Yiyorlar ama çalışıyorlar be abiii!


dedi gevrek gevrek gülerek. 
 

Gülmesi değil ama sözleri beynimde yankılandı. Son zamanlarda okuduğum gazete manşetleri, izlediğim televizyon haberleri, taksicinin sözleri kafamın içerisinde birbirine karıştı.


Esenler Otogarı’nda metro istasyonu özel güvenlik görevlisi Sinan Y. 4 kişiyi kendisine ait indirimli kart ile turnikeden geçirdiği gerekçesi ile hakkında 1 yıldan 7 yıla kadar hapis cezası istendi.


-Yiyorlar ama çalışıyorlar be abiii!


Banka genel müdürünün evine yapılan baskında ayakkabı kutuları içerisinde 4,5 milyon Dolar ele geçirildi.


-Yiyorlar ama çalışıyorlar be abiii!


Vatandaş sabahın 8'inde kaldırım taşlarını kıran işçilerin başındaki adama doğru bağırıyordu:


-Bir sene içerisinde üçüncü kez kaldırım taşı mı değişirmiş? Bu nasıl Allahsızlık kardeşim!?


-Yiyorlar ama çalışyorlar be abiiii!


Gazete yöneticisi banka müdürüne diyor ki:


-Oradan 2 milyon Lira gönder. Maaşları ödeyemiyorum.


-Yiyorlar ama çalışıyorlar be abiiii!


İşadamı bursuyla Amerika’da okuyan malum kişinin çocukları Amerika’da ev sahibi oldular.


-Yiyorlar ama çalışıyorlar be abiiii!


Akbil Yolsuzluğu mu dediniz? O ne ki?


-Yiyorlar ama çalışıyorlar be abiiii!


Taksim’de düzenlenen yolsuzluk ve rüşvet protestolarından dönen E.Y.; Şirinevler Metrobüs Köprüsü üzerinde yürüken bir arkadaşına telefonda Taksim’de yaşadıklarını anlatıyordu. Başbakanı Havaalanı’nda karşılama töreninden dönen ellerinde AKP bayrakları olan 10-15 kişilik grup “Sen Yahudi misin?” diyerek saldırdılar. 
 

-Yiyorlar ama çalışıyorlar be abiiii!


Yerli KARSAN firması İETT’nin 1 milyon 200 bin Euro’ya ithal ettiği metrobüsleri 280 bin Euro’ya üretecek.


-Yiyorlar ama çalışıyorlar be abiiii!


Hollanda’dan her biri 1 milyon 200 bin Euro’ya alındığı bilinen 50 adet metrobüsün aslında her birinin 1 milyon 307 bin 950 Euro’ya alındığı ortaya çıktı.


-Yiyorlar ama çalışıyorlar be abiiii!


İstifa eden bakan konuşuyordu:


-Soruşturma dosyasındaki imar planları başbakanın onayı ile yapılmıştır. Tarafıma baskı yapılmasını kabul etmiyorum. Başbakanın istifa etmesi gerekir.


-Yiyorlar ama çalışıyorlar be abiiii!


Bazı haber sitelerine ve yine bazı televizyon kanallarına düşen haber. Başbakanı havaalanında karşılamaya gelen yandaşlar havaalanından ayrılırken metroya ücretsiz bindi. Görevlilerden de bu konuda yardım gördüler.


-Yiyorlar ama çalışıyorlar be abiiii!


Aykut Kelek(20) Taksim Metrosu’na kardeşi ile birlikte binmek istedi, ancak Akbillerinde kontür kalmamıştı.Görevlilerden anlayış bekledi metroya binmek için ama metal dedektörü kafasına yiyerek ağır yaralandı.


-Yiyorlar ama çalışıyorlar be abiiii!


-Geldik abi!


dedi taksici.



ÇETİN TAŞ