Etiketler

25 Şubat 2014 Salı

PAKİSTAN



Pakistan ve Türkiye arasında vize uygulaması var. Tek girişli vize ücreti 110 Dolar, çok girişli vize ücreti ise 345 Dolar. İstanbul ve Ankara’da vize veren Pakistan temsilcilikleri bulunuyor.

Birkaç ay önceye kadar İstanbul’dan Karaçi’ye direkt uçuşu vardı THY’nin. Lahore’ a gitmek için Dubai veya Abu Dhabi aktarmalı uçmak zorundaydınız*. Ben de bu şekilde gittim Pakistan’a. Önce EMIRATES ile Dubai’ye uçtum. Yaklaşık 4 saat sürdü bu uçuş. Dubai’de havaalanında 5 saat bekledikten sonra Lahore’ a yine EMIRATES ile uçtum.

Lahore Havaalanı son derece sıradan, basit bir havaalanı. İçeride doğru düzgün bir kafeterya ya da restaurant olmadığı gibi Duty Free mağazaları da en yetersiz olan havaalanı. En azından benim gördüklerimin içerisinde böyle. Yalnız Pakistan tartışmasız olarak bir Türk’ün pasaport kontrollerinden en kısa sürede geçtiği havaalanı. Amerikalılar, İngilizler özellikle bekletilirken ben 10-15 saniye içerisinde pasaport kontrollerinden geçtim.

Hemen bütün hava alanlarında yaptığım gibi burada da 100 Dolar’ı yerel para birimi ile bozdurdum. Havaalanında diğer tüm havaalanlarında olduğu gibi biraz pahalı bozarlar parayı. Neyse, 1 Dolar yaklaşık 100 Rupi eder ve 10.000 Rupi kadar tuttu 100 Dolar.

Havaalanından çıktıktan sonra benim gibi Faisalabad’a gidecek olanları 2 saatlik bir araba yolculuğu bekliyor. Çok şükür, Pakistanlı dostlarım beni karşılamaya geldiler ve rahat bir araba yolculuğu yapma imkanım oldu. Lahore ve Faisalabad arası otoyol fena değil. Tamamı asfaltlanmış bir yol.

Pakistan'da otobüslerin camları diz altına kadar açık...Havadar geziyorlar yani.



Uzak Doğuda özellikle Tayland'da en yaygın kullanılan ulaşım aracı TUK TUK'un Pakistan (Hindistan, Bangladeş)versiyonu...RICHA...

Faisalabad’ da otel sıkıntısı var. Daha doğrusu makul fiyatta kalınacak güvenli bir otel konusunda sıkıntı var. Güvenlik önemli çünkü Amerika’nın ülkenin Afganistan sınırında Pakistan hükümetinin karşı çıkmasına rağmen sürdürdüğü insansız hava araçları ile yaptığı saldırılar halkın çok büyük tepkisini çekiyor. Çünkü Amerikalılar 1 tane terörist öldürmek için 50 tane sivili öldürebiliyorlar. Kasım ayının başlarında yaptığım seyahatten 2 hafta önce buradaki radikal gruplardan birisinin liderini Amerika insansız hava aracı ile öldürmüş. Bu nedenle batılıların kaçırılma olaylarından hükümet endişe ediyormuş. Geldiğim günün gecesinde gizli servisten benim Pakistan’daki dostlarımı aramışlar ve beni sormuşlar. Kaç gün kalacağımı, ne amaçla geldiğimi, seyahatim sırasında kendilerinin bana refakat edip etmeyeceklerini falan sormuşlar. Sonra da istersek polis koruması alabileceğimizi söylemişler. Ama biz ortak karar alıp bunun daha fazla dikkat çekeceğini düşündüğümüz için reddettik. Benim yanımda yine Pakistanlı dostlarımı askeri istihbarattan arayıp aynı uyarıyı yaptılar.

Aaaa, unuttum söylemeyi. Pakistanlı dostlarımın üye oldukları bir klübün misafirhanesinde kaldım Faisalabad’da. Bu klüpler yüksek gelir seviyesine sahip Pakistanlılar için Pakistan’da sosyal hayatın en önemli ve belki de tek parçasını oluşturuyorlar. Çocuklar klüplerin spor salonlarından ve havuzlarından faydalanıyorlar (erkek çocuklar özellikle, kızlar için havuz yok). Restaurantlarında aileler yemek yiyor. Kafeteryalarında da sigara eşliğinde çay, kahve içiyorlar. Misafirhanelerinde de ya kendileri ya da benim gibi yabancı misafirleri son derece uygun fiyatlara konaklıyabiliyorlar. Klüplere senelik aidatlar veriyorlar. Yaklaşık 1000 Dolar tutarında bir para verirseniz tüm imkanlardan oldukça uygun fiyatlara 1 sene boyunca yararlanabiliyorsunuz. Klüp kültürünü İngilizler getirmiş Pakistan’a. Tıpkı Bangladeş ve Hindistan’a olduğu gibi.

Ne yazık ki hijyen anlayışları sıfır denilebilecek düzeyde. Yatak çarşafları, yastık kılıfları, oda temizliği, restaurant veya otelde yemek yerken ki en temel hijyenik koşullara uyulması çok hem de çok zayıf. Bunun yanında özellikle tavuk, pirinç pilavı başka bazı Asya ülkelerinde olduğu gibi burada da en önemli yemek partnerleri. Bizdeki gibi ızgara et tüketimi de yine yemek tercihleri arasında başta geliyor.

Pakistan'da motorsiklet çok yaygın.
Kadınların bu motorsikletlere yan binmeleri de tabii ki dikkatten kaçmıyor.









Nedenini tahmin ettiğim halde sordum.

"Ayıp" dediler.

Aptal'ı oynadım.

"Baba,neden ayıp?" dedim (baba burada samimiyeti belirten bir hitap şekli, bizde de kullanılır, bilirsiniz).

"Baba" dedi benim adam. "Kadın öyle motorsiklete iki bacağını açıp oturursa arkadan gelen adam ne yapacak?”

Ben devam ettim,"Ne yapacak baba?".
"Olmaz baba, kadını o şekilde görürse erkek, olmaz." dedi.

Muhabbetin gerisi benim gülmelerim ve laf sokmalarımla geçti ama durum bu. Kadının gerçekten de sosyal hayatın son derece dışında olduğu bir ülke Pakistan. Ya da şöyle söylersem daha doğru olacak herhalde. Bizdeki veya batıdaki gibi bir sosyal hayat rolü yok kadının Pakistan’da.

Olağanüstü güvenlik önlemleri var her yerde. Bu nedenle gündüz gözüyle bir yer gezmek mümkün olmadı. Fotoğraflarım hep yemek yediğim yerlerde adamlarla ve yemeklerle çekilmiş fotoğraflar. Ya da araba içinden çekilmiş fotoğraflar.

Pakistan'da motorlu sütçüler geziyor.





Daha önceki seyahatlerimden birinde Nijerya'da ki uzun güvenlik görevlisi ile çektirdiğim fotoğrafı hatırlarsınız. Burada da buldum bir tane uzun. Yerel kıyafetle restaurantın kapısında bekliyor. Benim gibi tiplerle birlikte fotoğraf çektiriyor.

Faisalabad' da ya Pizza Hut'a gideceksiniz, ya benim kaldığım klübün yemeklerini yiyeceksiniz, ya da Pakistan damak tadına uygun hizmet veren Çin Lokantası'na gideceksiniz. Bu fotoğraf feysbukta paylaştığımda çok tepki aldı. İğrenç göründüğünü söylediler. Adamların ballı ve acılı sosları vıcık vıcık. Ne yapayım?






Mançurya usulü tavuk, Mandarin usulü balık, bilmem ne usulü et, pirinç pilavı ve noodle. Yanında da burada en çok seveceğinize emin olduğum taze sıkılmış nar suyu. Her restaurantta mutlaka taze nar suyu servisi sunuyorlar.

Hemen tüm fotolar böyle yemek yediğimiz yerdeki fotolar. Paylaşmıyorum o yüzden.

Karışık ülke burası da. Karaçi'deki terör sorununu çözemiyorlar senelerdir. Afganistan sınırında da Taliban etkisinin önüne geçemiyorlar. Amerika sürekli insansız hava araçları ile Pakistan'ın itirazına rağmen saldırıyor hedeflere ve genellikle sivil zayiat oluyor. Halk tahmin edebileceğiniz gibi Amerika'dan nefret ediyor.Ama dinin bir toplumu nasıl zamanda geriye doğru yüzlerce yıl götürdüğünü de burada görmek mümkün.

Bir çoğunuzun bilmediğine emin olduğum şeyler yazayım biraz da. Dilleri Türkçe,Farsça ve Arapça karışımı.
Bazı ortak veya benzer kelimeleri yazayım:
Anar=Nar
Avrad=Avrat,kadın
Çat=Çatı (bu kelime özellikle çok ilginç,çatmak bir kitapta okuduğuma göre ta Orta Asya' dan günümüze gelen türkçe fiil ve bundan türetilen çatı yine aynı şekilde)
Baba=Baba
Memleked=Memleket
Bahar=Bahar
Aheste=Aheste,yavaş
Kısmet=Kısmet
Nasip=Nasip
Ustad=Usta
Şükriye=Teşekkür
Ziyada=Ziyade,çok
Cume=Cuma
Bai=1.Bey,2.Erkek kardeş.
Arapça ve Farsça' dan dilimize geçmiş ortak kelimeler bunların bir kısmı ama ben ÇAT kelimesine şaşırdım.

Burada bazı insanlar Moğollar ve Çağatay Türkleri'nin soyundan olduklarına da inanıyorlar. Hatta soy isim olarak alanlar bile var. Olabilir tabii.

Alkol kesinlikle yasak. Ne otelde, ne restaurantlarda, ne sokakta hiçbir şekilde alkol tüketmek, almak, satmak mümkün değil.

Özetlersem; Pakistan halkı Türkleri çok seviyor. Çok sıcak kanlılar Türklere karşı. Fakat ülke turistik amaçlı seyahatler için uygun değil. Amerika’nın aptalca tutumu yüzünde halk Amerika’ya ve batıya karşı giderek artan bir öfke duyuyor. Din çok etkili. Ülke İslam Devleti. Sokaklarda çok az kadın görebiliyorsunuz ve onlar da zaten burkaların altındalar genellikle.

Hayat ucuz. 100 Dolar ile 5 gün yemek yer, su, sigara gibi temel ihtiyaçlarınızı karşılayabilirsiniz.

Ülke genellikle Faisalabad, Lahore’de sıcak. Karaçi’yi görmedim ama Himalayalar’a yakın bölgeler oldukça soğuk kış mevsimi yaşarmış. Dünyanın en yüksek ve en zorlu 2'inci zirvesi de Pakistan sınırları içerisindeymiş. 8611 metrelik K2 Dağı’ndan bahsediyorum Pakistan-Çin sınırında yer alıyormuş.

Dönüşümde de yine Lahore Havaalanı’nda pasaport kontrolünden uçar gibi geçtim. Ay yıldızı gören tüm görevliler gülücükler saçarak beni daima ileriye doğru buyur ettiler.

Uçak beklerken sadece 10 Dolar’a CIP Salonu’ndan yararlanmanız mümkün. Çok özelliği yok. Alkol tabii ki yok ancak koltuklar rahat ve çay, kahve içme imkanınız var. Ve tabii eğer sigara tiryakisiyseniz kapalı yerde sigara içmeye halen izin verilen birkaç havaalanından birisi Lahore Havaalanı CIP Salonu.

Tıpkı geldiğim gibi Dubai’ye yaklaşık 5 saatlik bir yolculuk ve oradan da yine 4 saat kadar süren bir yolculuk ile güzeller güzeli İstanbul’a döndüm.


* Di’li geçmiş zaman kullanıyorum çünkü yukarıda yazdığım gibi, birkaç ay önce THY haftanın 3 günü gidiş, 3 günü de geliş şeklinde olmak üzere İstanbul’dan Lahore’a direkt uçuş koydu.

20 Şubat 2014 Perşembe

STAR WARS RELOADED



Yıldız Savaşları (Star Wars) filmlerinin yapımcısı Lucasfilm, 2012 yılının son aylarında Disney tarafından satın alınmıştı. 4 Milyar Dolar gibi yüksek bir değerle yapılan bu satın alma yavaş yavaş meyvelerini vermeye başladı.

2015 yılı içerisinde Yıldız Savaşları serisinin VII. bölümünün vizyona girmesi bekleniyor. Haberlere göre, üç filmlik yeni serinin ilki, Bölüm VI Jedi’nin Dönüşü’nün (Return of the Jedi) kaldığı yerin 20-30 yıl ilerisinde geçecek ve yeni kahramanlara ek olarak Luke Skywalker ve Prenses Leia’nın da yaşlanmış hallerini göreceğiz. Çekimlerine bu yılın Eylül ayında başlanması planlanan filme, Lucasfilm’in Başkanı Kathleen Kennedy yapımcı olarak, George Lucas ise danışman olarak katkı verecekler. Yönetmen ise, Armageddon, Görevimiz Tehlike filmleri ve Lost dizisinden tanıdığımız Jeffry Jacob Abrams olacak.

Lucasfilm’in kurucusu George Lucas, yıldız savaşları konseptinin kuşaktan kuşağa aktarılması hayalini kuruyordu. Daha yeni diziler ve filmler ortaya çıkmadan, 5 sezon devam eden Klon Savaşları (Clone Wars) animasyon dizisi, çok sayıda kitap, çeşitli PC ve konsol oyunları sayesinde bu hayal büyük ölçüde gerçekleşmiş ve Jedi efsanesi günümüz gençliğini etkisi altına almıştı.
Şimdi Disney’in eşsiz tecrübesi sayesinde bu bayrak yeni kuşaklara da aktarılacak gibi duruyor. Ancak filmden önce animasyon dizisi geliyor. Yıldız Savaşları Asiler (Star Wars Rebels) animasyon dizisi, bu yılın sonlarına doğru Disney Channel ve Disney XD kanallarında yayınlanmaya başlayacak. Ancak karakterlerin tanıtımına internette şimdiden başlandı. Detaylar sır gibi saklanırken, dizinin Bölüm III ve IV arasındaki olayları içereceği ve daha önce hiç gösterilmemiş yaklaşık 20 yıllık bir zamanı kapsayacağı belirtiliyor. Bu zaman diliminde, Imparator’a karşı zayıf bir isyan şekillenmeye başlarken, Imparator galaksi üzerindeki baskısını arttırıyor ve Jedi Şövalye’lerinden son kalanları avlıyor.


Asiler’de bugüne kadar tanıtılan karakterler: Gücün aydınlık tarafında Kovboy Jedi Kanan, Ezra, Kaslı Zeb, Astromek Droid Chopper ve Hera var. Karanlık tarafta ise Inquisitor bulunuyor.

Güç sizinle olsun!

METİN TURAN

19 Şubat 2014 Çarşamba

MAVİ KURDELE




Atlantik aşırı yolcu gemileri arasındaki rekabet bugünlerde azalmış olsa da, 19. Yüzyılın sonunda ciddi bir rekabet vardı. Bu rekabet ortamında en hızlı olmak çok büyük bir avantaj getirmekteydi. Bu nedenle, kısa bir süre içinde yolcu taşıma şirketleri arasında “en hızlı gemi” olabilmek için büyük bir yarış başladı. Başlangıçta yazılı kurallar yoktu. Gemiler farklı limanlardan yola çıkıp farklı rotalardan geçerek farklı limanlara ulaşıyordu. Haksızlıkları engellemenin tek bir yolu vardı, en hızlıyı belirlerken ortalama hızı kullanmak. İlk yıllarda belirli bir ödül de yoktu, en hızlı olmak yeterli bir ödüldü. Yine de adına Mavi Kurdele denen bir ödül ortaya kondu. Bu ödül başlangıçta fiziksel bir ödül değildi, en hızlı geminin Mavi Kurdele’ye sahip olduğu söylenirdi o kadar. Ne de olsa o yıllar henüz “centilmenlerin” zamanıydı. Ancak 1935 yılında Harold Hales tarafından fiziksel bir Mavi Kurdele heykeli yapıldı. O tarihten itibaren Mavi Kurdele’yi kazanan gemi heykeli bir sonraki kazanana devredene kadar güvertesinde bulundurmaya hak kazandı. Bazı kaynaklar ilk Mavi Kurdele’nin 1838 yılında Great Western tarafından kazanıldığını söylerken bazı kaynaklar ilk ödülü 1862 yılında Scotia’nın kazandığını söylüyor. Başlangıç olarak hangi tarihi kabul ederseniz edin, değişmeyen tek bir şey var. Mavi Kurdele aslında kan rengi. Mavi Kurdele’yi kazanan tekneler arasında kaza geçirmemiş olan neredeyse yok gibi. Erken dönemin ünlü gemilerinden Britannic, sökülmeden önce 3 kez batmayı başarmış. City of Paris ve Teutonic de hasar gören erken dönem gemilerinden. Elbette, başarı öykülerinin yanı sıra büyük başarısızlıklar da var. Örneğin dönemin ünlü teknelerinden Oceannic, White Star tarafından o sırada Almanların elinde olan Kurdele’yi geri almak için inşa edilmiş, fakat daha ilk seferinde teknenin beklendiği kadar hızlı olmadığı anlaşılmıştı. Oceanic’in ödülü İngiltere’ye getirmesi imkansızdı. Bahtsız Oceannic’in sonu da pek iyi olmadı. 1. Dünya Savaşı sırasında asker taşırken karaya oturarak ikiye bölündü.

Bir başka önemli gemi, Lusitania. 1907’de servise giren Lusitania Mavi Kurdele’yi Cunard şirketine kazandırdıktan sonra kendi rekorunu 3 kez daha geliştirdi, fakat kız kardeşi Mauretaina’ya geçilmekten de kurtulamadı. Savaşın başlamasıyla birlikte her iki gemi de tıpkı diğer transatlantikler gibi askere alınarak personel nakliye ve hastane gemisi olarak kullanılmaya başlandı. 7 Mayıs 1915’te bir Alman denizaltısı olan U-20 Lusitania’yı önünde buluverdi. U-20, düşman savaş gemisi sınıfında saydığı Lusitania’yı torpilleyerek batırdı. Tıpkı Titanic’de olduğu gibi Lusitania’da da yeterli kurtarma botu yoktu. Üstelik teknede bazı tasarım hataları vardı. Gemi su almaya başladığında dengesini koruması mümkün değildi. Sonuçta, aralarında hasta ve yaralı askerlerin de bulunduğu 1195 kişi hayatını kaybetti. Hayatını kaybedenlerin arasında 128 Amerikan vatandaşı da vardı ve bu, 1. Dünya Savaşı’na girmekte gönülsüz davranan ABD’yi savaşa sokmak için iyi bir bahane oldu. Lusitania faciası uzun yıllar boyunca Almanların aleyhinde propaganda malzemesi olarak kullanıldı, ancak geminin konşimentosunda 4,200,000 adet mermi olduğu bilinen bir gerçek. Yine de o dönemde gazeteler bunu açıkça yazmadılar. Yazanlar ise kısa bir süre sonra bunların boş kovanlar olduğunu, geminin cephane taşımadığını yazmak zorunda kaldılar. Bu da onlarca komplo teorisinin üretilmesine yol açtı ki, bunların bazıları halen varlığını sürdürmektedir.

Mavi Kurdele yarışında adı mutlaka anılması gereken iki büyük gemi daha var. Birincisi özellikle bizim ülkemizde pek fazla bilinmez. Olympic döneminin en büyük gemisi olarak yakından tanıdığımız bir firma olan White Star tarafından 1910 yılında suya indirildi. Olympic en hızlı olmak iddiasında değildi, fakat gerek boyutları gerekse aşırı lüksü yüzünden kısa süre içinde çok popüler oldu. Temmuz 1912 yılında Atlantik’i ters yönde en hızlı kateden gemi ünvanını kazansa da batı rotasını izlemediği için Kurdele’yi alamadı. 1914 yılında askere alınan gemi, 1918 yılında U-103 tarafından saldırıya uğradığında Olympic’in kaptanı U-103’e çarparak batırmayı da başardı.

İkinci gemiyi hepimiz son derece yakından tanıyoruz. Hakkında belki onlarca film çevrildi, yüzlerce kitap yazıldı, binlerce yazı yazıldı. White Star’ın ikinci ultra lüks yolcu gemisi olan Titanic, kız kardeşi Olympic gibi Bruce Ismay’in elinden çıkmıştı. Tekne sırf güzel olması için inşa edilmiş ve açıkçası bunu da son derece başarılı bir şekilde yerine getirmişti. Öyle ki, daha estetik olduğu için işlevsel olmayan 4. bir baca dahi eklenmişti. Tekne suya indirilirken asla batmaz olarak nitelendirilmişti. Bu yüzden de estetiği bozan cankurtaran sandalları çıkarılmıştı. Batmayacak bir gemide cankurtaran sandalının ne işi olabilirdi ki? Ancak ne yazık ki gerçek biraz farklıydı. Teknenin su geçirmez bölmeleri yeterince yüksek değildi ve onlarca kapı tarafından delik deşik edilmişti. Daha da önemlisi, Titanic daha yolculuğunun başında bir kazayı ucuz atlatmış, ayrıca kömür depolarının birinde yangın çıkmış ve uzunca bir süre söndürülememişti. Titanic’in şanssızlığı bununla da sınırlı değildi. Örneğin gözetleme kulesinde olması gereken dürbün de yerinde yoktu. Bütün bunların üstüne kaptanın tehlikeli sularda bile yavaşlamama emri almış olması kazayı kaçınılmaz hale getiriyordu. 14 Nisan 1912’de beklenen oldu ve Titanic Kuzey Atlantik’in buzlu sularında kayboldu. Ne yazık ki gemi bu yolculuğa tek başına çıkmadı, yolcu ve personelden 1496 kişiyi de yanında götürdü. Bazı kaynaklar can kaybını 1517 olarak da verir. Kurtulanların sayısı ise sadece 712 kişiydi ki, bunların arasında geminin tasarımcısı Bruce Ismay de vardı. Geminin sahibi J. P. Morgan ise son dakikada yolculuğa katılmamıştı. Titanic, deniz tarihinin en büyük faciası olarak nitelendirilir ki bunda biraz gerçeklik payı da vardır. Şöyle ki, Titanic de tıpkı diğer Olympic sınıfı yolcu gemileri gibi bir göçmen gemisidir. Yolcuların yalnızca 324’ü 1. Sınıf yolcusuydu. Ve ne yazıktır ki, kurtulanların arasında 3. sınıftan çok az kişi vardır. Kapitalizmin vahşeti yalnızca karalarda değil, denizlerde de can almaktan geri kalmamıştır. Gemideki 107 çocuğun büyük kısmı 3. Sınıf yolcusudur ve korktuklarında sarılabilecekleri bir oyuncakları bile yoktur. Önce kadın ve çocukların kurtarılması deniz geleneklerinin belki de birincisi iken üçüncü sınıfta seyahat eden çocukların üçte ikisi ölürken, birinci ve ikinci sınıftaki çocukların da neredeyse tamamı kurtulmuştur. Acıyı arttıran bir başka şey ise, Californian adlı geminin Titanic batarken görsel temas kurabilecek kadar yakınlarda oluşudur. Californian’ın telsizcisi kazadan önce yakınlarından geçen bir yolcu gemisini buz dağlarına karşı uyarır, fakat Titanic’in telsizcisi tarafından yolcuların telgraflarını engellediği gerekçesiyle azarlanarak susturulur. Gece 11:50’de Californian Titanic’in ışıklarının aniden sönüp tekrar yandığını ve geminin artık ilerlemediğini görür. Morse Lambası ile Titanic’le iletişim kurmaya çalışırlar, fakat mesafe gönderilen mesajın alınabilmesi için çok uzaktır. Telsizi açmak kimsenin aklına gelmez çünkü telsizcinin mesaisi dolmuştur. Californian’ın kaptanı Stanley Lord yolcu gemisiyle daha fazla uğraşmaz. Californian buz dağlarıyla karşılaşmamak için hareketsiz beklemektedir. 01:10’da ve 01:50’de yolcu gemisinden ateşlenen imdat roketleri de Californian tarafından görülür, fakat kaptan yine telsizi açmak yerine lamba ile iletişim kurmayı dener. 02:15’te artık yolcu gemisi suyun üstünde görünmemektedir. 05:30’da, 1. Subay George Steward telsiz operatörü Cyril Evans’ı uyandırarak gece boyunca gördükleri roketleri anlatarak civardaki gemilerle telsiz bağlantısı kurmasını ister. Birkaç dakika sonra Titanic’in battığını öğrenirler ve yardıma gitmek üzere yola çıkarlar. Ne yazık ki, ancak Carpatia’dan sonra ulaşabilirler kaza yerine. Artık yapılabilecek hiçbir şey yoktur. Carpatia kurtulanların neredeyse tamamını denizden toplamıştır. Kaptan Lord’un telsizi açmama kararının sonuçları son derece ağırdır çünkü kaza gecesi Atlantik’in sıcaklığı -2 derecedir ve bu suda hayatta kalabilme süresi yaklaşık 15 dakikadır. Kazazedelerin hipotermi geçirmeye bile zamanları olmamıştır. Ölümlerin büyük kısmının ani soğuğa bağlı kalp krizlerinden olduğu tahmin edilmektedir.
Mavi Kurdele, Harold Hales’in kuralları keyfince değiştirmeye başlaması ile birlikte önemini kaybetti. Örneğin Queen Mary hız rekorunu kırdığında kaptanı Mavi Kurdele’yi geminin güvertesine almadı. Kaptan, Atlantik’in bir hız pisti olmadığının bilincindeydi. Mavi Kurdele resmi olarak son kez 1952 yılında el değiştirdi. United States resmi olarak halen Mavi Kurdele’yi elinde tutmaktadır.
Titanic denizcilik tarihinin en ünlü felaketi olma özelliğini halen koruyor, ancak ondan daha büyük kayıplar da yaşandı. Fakat bu kayıpların “ticari değer” taşımaması, onları büyük kitlelerin dikkatinden uzak tuttu. Örneğin, Lusitania savaş döneminde cephane taşıyan ve Almanya’nın savaş bölgesi olarak deklare ettiği bir bölgede batırıldığı halde gerek Avrupa, gerekse Amerika’da çok büyük infial uyandırmıştı. Buna karşılık, savaşın “kaybeden” tarafında yaşanan kayıplar asla dile getirilmedi. Dünya tarihinin en büyük deniz felaketi de ne yazık ki “kaybeden” taraftan olduğu için pek fazla bilinmez.

1937 yılında Blohm & Voss şirketi yeni yolcu gemilerini suya indirir. Gemiye başlangıçta Hitler’in adı verilmek istense de Nazi Partisi’nin ileri gelenlerinden Wilhelm Gustloff’un 1936’da suikaste uğraması nedeniyle karar değiştirilir. Başlangıçta yolcu gemisi olan Wilhelm Gustloff 2. Dünya Savaşı ile birlikte hastane gemisine çevrilir. 1940 yılında tıbbi ekipman sökülerek gemi denizaltı eğitim görevlerinde kullanılmaya başlanır. 1945 yılında Almanların Rusya’da bozguna uğramasıyla birlikte Wilhelm Gustloff’a önemli bir görev verilir: Bölgede kalan Alman subay ve sivillerin tahliyesi. 30 Ocak 1945 günü gemi 173 mürettebat, 918 subay, 373 kadın memur, 162 yaralı ve 8956 sivil ile demir alır. Sivillerin 5000 kadarı çocuktur. Bu arada bu sayıların gayrı resmi olduğunu da belirtelim. Resmi kaynaklarda sivillerin büyük kısmı görünmemektedir. Wilhelm Gustloff’un güvertesinde uçaksavar topları mevcuttur ancak geminin hastane gemisi ya de sivil gemi olduğunu gösteren bir işaret de bulunmamaktadır. Geminin yanında bulunmayan bir şey daha vardır, koruma gemileri. Geminin hastane gemisi olduğunu varsayan Alman Filosu Wilhelm Gustloff’un uluslararası kurallar gereğince korumasız hareket edebileceğini öngörmüştür. Wilhelm Gustloff’a eşlik eden sadece birkaç torpidobot ve mayın tarama gemileri vardı. Ancak, Sovyet denizaltısı S-13’ün kaptanı böyle düşünmez. Ona göre geminin rengi hastane gemilerinde olduğu gibi beyaz değil, askeri gemilerden olduğu gibi gridir. Güvertesinde toplar bulunmaktadır. Kaptan Alexander Marinesko için Wilhelm Gustloff batırılması gereken bir avdır. Wilhelm Gustloff S-13’ün gelişini ilk torpido patlayana kadar fark edemedi, çünkü açık deniz tarafından saldırmak denizatlı için en güvenli seçenektir. Kıyı tarafından saldıran bir denizaltı kaçmak için torpillediği filonun altından geçmek zorunda kalır ki bu da denizaltının su altı bombaları tarafından hırpalanabileceği anlamına gelir. Marinesko pek “normal” bir denizci değildir. Alkol sorunlarıyla uğraşmakta, bu nedenle de soruşturma geçirmektedir. Deniz Kuvvetleri’nde kimse Marinesko’nun bir savaş kahramanı olmayacağının farkındadır. İşin kötüsü, Marinesko da bu durumun farkındadır. Umutsuz durumdaki Marinesko için Wilhem Gustloff sıkı bir “av”dır. Filoyu fark ettiğinde kimsenin yapmayacağını yaparak kıyı tarafından saldırır. Bu nedenle Wilhelm Gustloff kıyı tarafından gelen torpidoları ancak patladıklarında fark edebilmiştir. İlk torpido dinlenmekte olan mürettebatı öldürürken 2. torpido kadın memurların kamaralarını vurdu. Bu bölümde 373 kişiden sadece 3 kişi hayatta kalabildi. 3. torpido makine dairesini vurarak elektrikleri keserken 4. torpido patlamaz. Cankurtaran sandallarından sadece birinin denize indirilebilmesi büyük bir trajedidir. Baltık Denizi o tarihte 4 derecedir, fakat bu Wilhelm Gustloff’un yolcularının Titanic’in yolcularından daha şanslı oldukları anlamına gelmez zira hava sıcaklığı -18 derece civarındadır! Eşlikçi torpido botlar 1252 kazazedeyi kurtarsa da 9343 kişi hayatını kaybeder. Üstelik ölenlerin arasında çocukların sayısı hiç de azımsanacak kadar değildir. Binlerce çocuğun korku dolu çığlıklarla boğulmalarından daha acı olanı ise, bu ölümlerin ne Avrupa, ne de Amerika’da en ufak bir yankı uyandırmamış olmasıdır. Çünkü onlar “kaybeden” taraftandırlar. Onların ölümü, Almanlara verilmiş büyük bir “ders” ve müthiş bir “intikam”dır. Karada veya denizde, savaşların en büyük kaybedeni her zaman çocuklar oluyor. Wilhelm Gustloff’ta ölen çocuklar ise 2 kere mutsuzlar, “kazanan” taraf onların seslerinin duyulmasını da engelliyor.
İkinci Dünya Savaşı, denizde yaşanan en büyük can kayıplarına sahne olmuştur. Öyle ki, savaşta taraf olmamamıza rağmen onlarca Türk şilebi de denizin derin maviliklerinde yok olup gitmiştir. Ayrıca, bir Türk gemisi olmasa da Türk karasularında torpillenen Struma’nın acısı da bizim acılarımızdandır. Bize ait öykülerin arasında Dumlupınar, Kocatepe, Ertuğrul, Üsküdar Vapuru gibi acılar da mevcut. Her biri ayrı bir yürek yarası olan bu kazaların her biri kendi başına ele alınmalı. Şimdilik kürekleri hisa edip kayıplarımızı selamlayarak mavi ufuklara yelken basalım.

FERİT DERLER

*Tüm görseller Wikipedia'dan alınmıştır.

16 Şubat 2014 Pazar

KÜTÜR KÜTÜR ISPANAK KÖKÜ TURŞUSU




“ISPANAK KÖKÜ TURŞUSU”'nu Bilge Google'a sorduğumda bana 45.900 adet sonuç buldu. Doğal olarak, geleneksel tembelliğimle sadece ilk sayfada verilen 10 adet tarifi inceledim. Ancak evimizin ağız tadına uygun bir tarif bulamadım. Çünkü tariflerin hepsinde kökler haşlanarak yapılıyordu turşu. Biz ise turşuyu hangi tür olursa olsun kütür kütür severiz.

Ispanak zaten çok kolay pişebilen bir sebzedir. Dolayısıyla turşusu yapılırken kaynatmaya ihtiyaç olmadığını düşünerek işe giriştim. Kum işi başa bela diyenler, benim gibi az kumlu market köklerini tercih edebilir. Üzerinde kum kalmadığından emin olduktan sonra kökleri kaynamaya yakın olan, ama parmağınızı soktuğunuzda bir kaç saniye tutabildiğiniz suyun içine atın. Sonra alıp alıp kavanozun içine tıkın. Sarımsak koymayı unutmayın. Aralara serpiştirin onları. Kavanozlarınız tepeleme dolunca sıra işin zevkli kısmına gelir: Salamuranın hazırlanması.

Salamuranın içeriği için yine internette binlerce tarif bulabilirsiniz. Ben zaman içinde deneyerek bulduğum ve damak tadımıza en uygun olan karışımı vereceğim. 1 lt su için; 1.5 çorba kaşığı iri salamura tuzu, 1 çorba kaşığı toz şeker ve bir çay bardağı sirke. Bunların hepsini güzelce karıştırıp eritin. Sıcak suya koyarsanız karıştırma süresi azalır. Ama soğuk suda yapın bence; hem güzel bir egzersiz olur, hem de soğumasını beklemek zorunda kalmazsınız :)

Bundan sonrası klasik turşu yapım süreci, zaten neresi değildi ki. Suyu kavanozlara doldurun ve ağızlarını sıkıca kapatarak güneş görmeyen bir yerde saklayın. Benimkiler 10 gün içinde yenebilir hale geldi.

Pazar günü boş vakti olanlar için denemeye değer. Afiyet olsun!

15 Şubat 2014 Cumartesi

DAHA AZ GELİRE HAZIR MISINIZ?




Ocak kapanışı ekonomik değerlendirme -1


Devalüasyon, kazandığından daha fazla harcayan ve tüketim alışkanlıkları gittikçe dışa bağımlı hale gelen toplumların ortak yazgısıdır. Zaten yıl kapanışı ile gelen sinyaller örneğin yerel pazarda artık otomotiv sektörünün gittikçe ithalata bağımlı hale gelmesi bunu açıkca gösteriyordu. Merkez Bankası’nın karşılıksız para basma (parasal genişleme lafı ile kıvıralım) kabiliyeti de olmadığı için elbette faizle borçlanarak klasik bir biçimde cari açığı fonlamak isteyecektir. Burada önemli olan faizin, ülke riski ile uyumlu olup olmadığıdır ki bu konuda değerlendirme ancak ve sadece dışardan bağımsız gözlemci firmalar yapabilmektedir. Diğer deyişle, sizin mimikleriniz, tavırlarınızla yaptığınız subjektif değerlendirmeler herhangi bir faydaya neden olmaz.


Değerlendirme raporlarına bakıldığında nasıl son oniki yıllık stabilite önemli bir kriter olarak mevcut politik durum açıklamasına pozitif bir katkıda bulunuyorsa, 2013 yılında yaşanan Haziran olayları ve Aralık son yarıda gözlenen güvenlik kuvvetleri ve yargı içindeki ayrışma ülke bütünlüğünü -pardon dış gözlemciler için kullanılan tabirle- ülke görünümünü durağandan negatife çevirdi. Bunun üzerine bilinen zayıflıklar, sıcak para politikasına bağımlılık gibi faktörler hemen devreye girdi. Gerek borsanın yönünü çevirmesi gerekse yükümlülüklerin yerine getirme zamanı durumu hemen anlaşılır hale soktu. Ve biz bunu ilk önce dövizde oynama olarak gördük ama esas görünen temelde olan arızaların ortaya çıkmasıydı.

Bu öyle bir sarmal ki ilk önce devalüasyon ile ihracaat artıyor ne olacak ki denecek, turizm felaket iyileşecek diyeceğiz. Fakat devaülasyonun etkisi enflasyona vurunca ithal ara mamüllerle üretilen son mamüllerin fiyatları artacak ve ihraç edilen mallar pahalı hale gelecek. Ve tek kurtuluş reel ücretlerin düşmesi olarak bize geri dönecek. Bir de ülkenin kaynaklarını sadece döviz için turistlere tepsiyle sunacağız.

Daha az gelire hazır mısınız? Buna sermayeden yiyen kesim bir süre katlanacak bir süre sonra da işten çıkarmalar başlayacak biz buna kriz diyoruz kısaca. Tek ilaç kamu harcamalarının artırılması tabii ki zamana yayarak. Banka kredileri yarıya indi ve otomotiv satışları dibe vuruyor. Çünkü krizde tek kural vardır. Nakitte kalmak.

*******************************

Sayın Babacan’ın Haziran 2013 sonrası verdiği bir demeç çok önemliydi. Yapısal sorunlarla ilgilenmedik. Yani sadece konjonktürün getirdiği fayda ile ekonomide düzeltme yaptık demek istiyordu. Bu esasen müsait şartlarda yapmamız gereken vergi reformlarını erteledik, gelir dağılımı diğer konularda düzenlemelerde tembellik yaptık demekti. Hala götürü usulde vergi var.

Elbette hükümet programında yer alan bölünmüş yollar önemliydi. Ancak hangi faiz yükünün altında ve yükümlülüklerle yapıldığını hesaplamak gerekiyordu. İnsanların bir yerden bir yere ulaşımı kadar beyninde ne taşıdıkları önemli. Eğer buna önem veriyorsanız.

Bölünmüş yollar yerine, temel noktalar arası sadece yap işlet modeli ile otoban yapılması daha anlamlı olabilirdi. Çünkü ihalede oluşan rakamın denetimi böylece hiçbir şaibeye gerek kalmadan otomatik sağlanacaktı. Güncel durumda ise İl Özel İdareleri vasıtasıyla standartları belli olmayan ve sürekli çöken yollar inşa edildi. Ve birim fiyatlar kontrol edilemedi ya da diyelim şeffaf olunmadı.

Diğer bir örnek ise Kanal İstanbul ve 3. Havaalanı kararı. Doğrudan bu tür mega projeler elbette planlanmalıdır. Yüzyılların getirdiği iki denizin arasında kanal açmanın ve kuş göç yollarının etkisi hesaplanmamış. Bilimsel kaygılar yerine kibir dolu açıklamalar yapılmıştır. 3. Havaalanı ise kente uzak bir yerde, yerleşim olmayan bir alanda planlandı. Mevcut havaalanı ise atıl duruma düşüp sonu gelmeyen bir rant alanı olarak karşımıza sorun –bazılarına fırsat- olarak dikilecek.

Lafı dolandırmadan, esasen Vizyon 2023 diye yola çıkanların daha 2014’ü böyle karşılamaları, doğru örnekleri baz almadıklarını gösteriyor. Yıllardır Silikon Vadisi ve yazılım teşviği deniyor ama gittiğimiz bir arpa boyu yol. 1960’larda aynı ekonomik büyüklükte olduğumuz Güney Kore’nin durumu ortada: Adamlar tek şarkıyla fark attılar kültürel. 10 yıllık değil 50 yıllık planlara ihtiyacımız var.

(devam edecek) 

AYHAN ÖZTÜRK